30 Aralık 2012 Pazar



Düşün ki iki kafam var
biri kadın biri erkek
sevişiyorlar.
sokuluyorum aralarına
üç kişi oluyoruz.
Bir de üçe bölünüyoruz.
sormuyorsun.

sen balık gibi suratıma bakarken
bir ihtimam ki asılsız
ama post-minimal böyle.
dudaklarındaki mühür 
kırılmış biraz.
çırılçıplak gün.
görmüyorsun.

anlamlansın diye inanmışlıklar
ıhlamur kaynatıp 
mevsimler yapıyorum.
kafamın içinde 
kimleri, kimleri düzüyorum.
güzelleşmiyor gök kuşağı.
bilmiyorsun.

28 Aralık 2012 Cuma

Taslaktan aktardık da n'oldu?



Kimleri harcadık şuncacık zamanda daha kimleri harcayacağız kim bilir. Bilmemkaçyıl öncesinde deli gibi sevdiğimiz insanları miş'li zamana doldurup -cek'lerle yola koyulduk. Acımadı mı canımız, acıdı elbet. Pek çok şeyden nasibini almış bir insanlıkla devam ettik, bir daha güvendik, bir daha sevdik, bir daha aşık olduk, bir daha omzunda ağladık. Belki de gün gelecek bunu da miş'lere koyup kilit atacağız dedik. Unutacak mıydık? Unutmayacaktık elbet.
Hayat ya, hatırlattıkça kanatacak, kanattıkça ekmek basacağız yaralarımıza. Kapanacak mı? Kapanmayacak elbet.
Sonra birileri daha gelecek, daha da sevdiğini söyleyecek. Bulduğu delikten sızacak hayatımıza. "Buradayım hep" diyecek gözlerini kocaman açarak. İnanacak mıyız hemen? İnanmayacağız elbet. Ama insanız amk. Öyle inanmak isteyeceğiz ki, yanında bulacağız kendimizi. İçimizde sevmeye dair ne kadar kırıntı varsa yok etmeye çalışırken hem de. Sonra yine aynı sözü söyleyeceğiz, "yaşamak zahmetine değmiyor" diyeceğiz. Bu sefer değecek mi peki? Değmeyecek elbet. Daha çok acı çekmek için devam edeceğiz. Görünüşlerin ardına saklanmış birkaçgüzel huy arayacağız inatla. Burada da son bulacak her şey. Metafizik bir avuntu kaplamaya başlayacak; parmak uçlarımızdan. Devam edecek miyiz? Mecburiyetten, elbet.


Haziran, 2012

21 Aralık 2012 Cuma

Bazı zamanlar olur.
Tüm benliğinle, öyle içten, öyle samimi öyle güzel "e siktir git" demek istersin ki, parmak uçların hisseder.
Ama diyemezsin.

Bu kadar.

9 Aralık 2012 Pazar

"Ölümle başbaşayızdır, kendi ölümlülüğümüzün indirgenmez gerçeğiyle. Uzun bir hastalıktan sonra gelen ölümü çaresiz kabuledebiliriz. Kaza sonucu ölümü bile yazgıya yükleyebiliriz. Ama bir insanın görünürde hiçbir neden olmadan, yalnızca insan olduğu için ölmesi, bizi yaşamla ölüm arasındaki o görünmez sınıra o denli yaklaştırır ki, artık hangi tarafta olduğumuzu kestiremeyiz. Yaşam ölüme dönüşür, sanki bu ölüm öteden beri bu yaşama sahip olmuş gibi. Hiç uyarılmadan ölmek. Şu anlamda: Yaşam durur. Yaşam her an durabilir."

Girişi bu sözlerle yapan bir yazar okuyucuyu götüreceği yeri çoktan hazırlamıştır.
Paul Auster hakkındaki fikirlerimi gece buraya ekleyeceğim. Ya da kitabı bitirdikten sonra bir inceleme yazısı yazarım.
Bundan sonra burada böyle bir kategori oluşturmaya karar verdim.
Okuduğum kitaplar hakkındaki fikirlerimi, altını çizdiğim cümleleri, yazarları hakkındaki tüm düşüncelerimi okuduklarımı buraya aktaracağım.

Artık yazacak cümlelerim kalmadı eskisi gibi. Boşlukları bir iekilde doldurmak gerek.

6 Kasım 2012 Salı

ansvır dı kuesçın ma bılek rabits, pıliz.

Bu ara vize haftası olduğundan mıdır bilinmez her bloğu okuyup hepsine yorum yapmak gibi amansız bir heyecanla kaplıyım.
Lakin, şu zamana kadar sürekli olarak takip ettiğim 4 5 blogtan başkasına pek yorum yapmadığım için bu eksikliğimin farkına varamadım.

Sorum şu sevgili blog yazarları;
siz bu yorumlarınıza cevap geldiğini nereden anlıyorsunuz allasen? Ben kime yorum yaptığımı unutuyorum, takip ettiğim 20 bloğun hepsine tek tek bakıyor bulamazsam ne cevap verdiğinin merakıyla ömrümü harcıyorum.

Not: Sayısı az olan Yalnız okuyucularımın bunu bileceğini sanmıyorum, zira onlar da herkese yorum yapan blog yazarları/okuyucuları değil.

Neyse stop. cevap stop. beklemedeyim stop.

4 Kasım 2012 Pazar



Paul Eluard sözü.
Sanıyorum ki resim de Salvador Dali'ye ait.
Eluard hakkında bir yazı okumuştum, nerede olduğunu hatırlayamıyorum. Helena adında bir kadına aşık olmuş. Ona yazılar, şiirler adamış. "Gala" diye seslenmiş.
Baş ucu kitaplarıyla ve Galasıyla zihnimde yer edindi o zamandan beri. İronik olan kısım ise şurada Helena, Dali ile birlikte olup Eluard'ı bırakmış. Bu sözü bu tablo için seçen her kimse, dilerim rastlantısal değildir.

Ah Eluard, devrimi önce kendimizde yapmalıydık belki.

Burada Ey Özgürlük var. Gerçek adıyla Liberte.

Oh, Jim, Jimmy, my sunshine

Day destroys the night
Night divides the day

Bir döngü var ise, tam da burada.

Morrison'ın dudaklarına öpücük kondurup gidiyorum.

1 Kasım 2012 Perşembe

3 tanecik

Elektro gitarı profesyonel olarak çalamazsam,
Sol kolumu tamamen dövme ile kaplatamazsam,
Rottwiler besleyemezsem,

öldüğümde ne gözümü kapasınlar ne de kıçıma pamuk soksunlar.

28 Ekim 2012 Pazar

Başlangıç babında bir gün.
Bir kaç viski, bir kaç tekila ertesi, Sartre'nin Bulantısı sonrası bir saat.
Her şey ertesi.


Yine dönüyor dünya, yine akıyor zaman.
Zaman.
Her şey tam da orada.

Iskalamışken bunca şeyi ve çırpınırken bunca kanat, yeniden demenin hevesiyle umut ediyor diller.
Bilmem kaç yıl sonra aynı bardakla belki. Belki de aynı yıpranmamış o yürekle.
Yine ve yeniden...

Sizi seviyorum.
Hayat kalbinizin atabildiği ve gidebildiği kadar versin dileklerinizi avuçlarınıza..

Savaş, Cem, Özgün'e ithafen.

Not: Şapşal bir kardeşim var. Ve onu tüm insanlardan nasıl korurum bilmiyorum. Bugün bu yükün ardında tamamen eziliyorum. Onu İstanbul'dan sözümün yetebildiği kadar koruyabileceğim anca. Anca o kadar. Her şey gibi; anca.

Sevdiklerimizi kehribara kapatıp tüm aptallardan koruyabilsek keşke..

Daha dün altındaki bezi değiştiriyordum ben bu çocuğun. Ne zaman büyüdü de prezervatiflerden konuşur olduk.

Kıskanç bir ablayım. Evet. Ne var yani?!!!

13 Ekim 2012 Cumartesi

Biter. Öylece. Yüz yüze konuşmaya bile gerek kalmaz. Öyle biter. O kadar yıpranmadan var edilen hem de. Bazen böyledir. Sadece biter. 

Güzel şeyler yaşadık der biri. "Yaşanmışa ne kadar anlam yüklesen az." Yokluğun ilk saatleri. Melankoli normal. 

Eminim uyuyamadın şu an. "Seni sevmek hala güzel. Ama bu kadar da eziyet edemem kendime." dedin ve bitti. Biter. Bazen böyledir. Öylece.
Eziyet dediği ilgisizliğim. Kaç yıl olmuş birini sevmeyeli. İlgi göstermeyeli.
Her şeyi olduğu gibi bunları da unutturuyor zaman, haliyle.

Ne yalan söyliyim, sensizliği hiç düşünmedim. Düşünemedim. Olmadı. Bıktım, sıkıldım, yoruldum, ama sensiz demedim. Diyemedim. Yapamadım.

Böylesi senin için daha iyi olacak. Buna inanmasam böyle olmazdı. Muhtemelen geleceksin. Özleyeceksin çünkü. İçin yanacak. Gelme. Çünkü ben de gelmeyeceğim. Bırak böyle kalsın. Güzel şeyler yaşadık diyelim geriye. Çok güzel şeyler...
Her şey için, tüm samimiyetimle, teşekkür ederim. Uzun ve güzel bir anı olarak hep kalacaksın bende.
İyi ol, iyi kal.
Seni seviyorum. Fakat "seni sevmek hala güzel değil."
Zaman..

-Işığı söndürdük madem, gideyim ben artık.





Adettendir not düşmesem olmazdı.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Güzel bir güne uyandım. Sabahın 7sinde gidişat belliydi. Hüznün tadı az geliyor ağza anlayacağınız. Sonbaharı seviyorum. Yağmuru değil. Yağmuru hiç sevmedim. hehe.

İzmir bugün kasvetli. Kapalı bir hava. Orhan Veli'yi mahveden o havalardan. Güne başlangıç düşüncelerimi değer verdiğim insanlara mesaj atarak söylemiştim. Normalde mesaj atmam. Aslında genelde cevap da atmam. Neyse işte, mesaj atmışken buraya da aktarayım dedim.
Ne diyordum? İzmir. Kapalı. Fakat günün bu rengini, sokakları, parkları ve kedileri seviyorum bugün. Sabahın 7sinden beri üstelik.

Şimdi Mordoğan'da olmak vardı tabii. Bu havalarda güzeldir Mordoğan. Kimsesizdir. Kalabalıktan yoksun. Huzur gibi.

Bugün İzmir kapalı.
Günün rengi öyle güzel ki.
Gidişatı 7'de belliydi üstelik.
Bir şeyler yedikten sonra çıkacağım. Önce makinanın filmlerini çıkartmalı. Sonra yıkamak için gerekli araç gereçleri almalı. Fonda The Velvet Underground, devamı belirsiz. Sonra yeni film. Sahilevlerinde ara sokaklara dalmalı. Fotoğraflamalı. Anılaştırmalı. Hikayeleştirmeli.
Sonra Balçova'ya gidip her zamanki cafeye oturmalı. İzmir eşliğinde kitap okumalı.

Mutlu oldunuz di mi?
Ben de.


31 Ağustos 2012 Cuma

Bile bile çabalıyorum. Daha iyiye. Hayatımda daha iyiye gitme olasılığı olan herhangi bir şeyin üzerinde derin zamanlar harcıyorum.. İnatla kanat çırpıyorum. Tökezliyorum, düşüyorum ama pes etmiyorum. Etmemek için kendimle savaşıyorum.
Yine olmuyor.

Hayatla aramızda ben buraya gelmezden evvel bir anlaşmazlık olmuş.
İkimiz de birbirimizi sevmiyoruz.

Bazı insanlar doğuştan şanslıdır, evet.
Ben de hayatım boyunca kandırılıyordum. Neredeyse.


Güne binaen, yeninden:
Tam okunmamıs o kitaplar, tam sevilmemis o dostlar, tam gezilmemis o kentler, tam sarılmamıs o kadınlar! Sıkıntıdan ya da dalgınlıkla birtakın el kol gareketleri yapıyordum. Varlıklar birbirini izliyor, birbirine takılmak istiyorlardı, ama ortada hicbir sey yoktur, bu da berbat bir seydi. Onlar icin. Bense unutuyordum. Kendimden baska bir seyi hicbir zaman anımsamamısımdır ben.
Camus.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

ölümü kutsamadım şimdiye kadar. ama yaşamanın da zahmetine değmediğinin farkındaydım. bu farkındalıktı belki de beni içten içe bitiren. kemiren.
şöyle essem çöllerden de daha sıcak denizlere doğru. kavrulsam biraz. kendi acımın yaktığı kadar acımaz canım.
keşke bir cennet hayal edebilseydim.
başlangıçsızlık nedir bilir misin?
en kötüsü. zamana sıkışıp kalmış düşünsel geçişler.
hayat öyle dönemeçli falan da değil. bunu yaratan kendi karışıklığımız. düz abi, dümdüz hayat dediğin. kafa karışıklıklarımızın neden olduğu inişli çıkışlı günler.
gün demişken. gece mi gündüz mü?
bilemiyorum.

daha 2 gün önce kafam iyi olana kadar içmiştim gökhanla. sabahında mide rahatsızlığım yüzünü göstermiş, akşama kadar kusmama neden olmuştu. o çok değer verdiğim adamın son gününü benimle uğraşarak geçirmesine neden olmuştum. bir daha içmeyecektim. fakat alkolün unutturduğu düşüncesi. daha doğrusu düşünmemek için yardım ettiği bilincinin çekiciliğine katlanmak çok zor. karşımda duran şişeye, yüzümü karıştırmamak için nasıl direndiğimi bilemezsin.

yazmasam çıldırırdım ya. kalemi yonttum. ah sait faik ah.

24 Ağustos 2012 Cuma

Devlet bir nebze şehit annelerinin yüreğine su serpiyormuş. Bak bak bak. 701 lira sivil şehir maaşı bağlayarak güldürecekmiş mehmetçik annelerinin yüzünü. Bunu söyleyebilen haber spikerinin de anca parayla bir şeyleri düzeltmeye çalışan hükümetin de allah belasını versin. Binlerce gencecik insanlar ölüyor, sizin bulabildiğiniz çözüm de bu! Dingiller!
Nefret ediyorum. Bu zihniyette insanlarla birlikte yaşamaktan nefret ediyorum. Elimden hiçbir şey gelmemesinden nefret ediyorum. Her gün yeni ölüm haberleri almaktan nefret ediyorum.
Sonra bir de anneler çıkıp vatan sağ olsun diyor. Abi ne vatan sağ olsunu ya? Bu vatan, toprağı uğruna kendi çocuğunu öldürmek zorunda kalan vatan değil artık. Bu vatan, son nefeslerine kadar evini, komşusunu, suyunu,yurdunu, vatanını koruyan vatan değil artık. Bu vatan onca şehitin kanı kurumadan kendi topraklarının satılmasına göz yuman bir vatan!
Ah be teyzem, yakma öyle ağıtlar. Senin kendinden bile esirgeyip kolladığın oğlun orospuçocukları tarafından öldürülüyor, başbakanım dediğin adam bedelli askerlik çıkarıp zenginlere bal kaymak veriyor. Senin canın ciğerin can veriyor da o adam hala seni parayla kazanıyor. Sonra da sen gelip vatan sağ olsun diyorsun.
Olmasın teyzem. Böyle vatan sağ olmasın.
Yazık be, o babasını kaybeden çocuklara, nişanlısını kaybeden kadınlara, oğlunu kaybeden analara yazık.
Hiçbir çekilir yanın yok senin Türkiye. Hak ettiğin gibi olasın.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Olur mu bu yıkılışıma koşmak çare? Uçsuz bucaksız sokaklarda ölesiye koşsam. Ölene kadar koşsam. Ölsem. Defalarca ölsem.

Uzun zamandır bu kadar derine düşmemiştim. Uzun zamandır ağlayarak uyanmamıştım mesela. Gözümü bir başka yöne çevirsem soyutluğun bu kargaşasından, düşünsel yrgunluktan, meleklerden, şeytanlardan kurtulacağımı zannederken hep aynı bok çukuruna düşmemenin var mıdır bir yolu?
Koşsam mesela.
En çok da koşsam.

İçsel yolculuklarda, savaşlarda, ne biliyim kendi kendimizin boğazını keserken mesela soğuk bir nokta işler ya yüreğinize. Buz kesilir her bir yanlarınız. Yolumu değiştirecek kadar güçlü değilim hala. Onlara teslim oluyorum. Ellerimde kan. Yılgınlığa düşmenin endişesi sarıyor ruhumu. Tükeniyor sadelik. Elimde nitelendirdiğim ne varsa tükeniyor. Tüketiyorum. Toplumdan farkım yok. Tükeniyorum.

Söyleyin bana, daha dar bir sokak var mı şu tozu toprağı yuttuğum dünyada? Korkudan, kaybetmeye olan alışkanlığımdan da öte bir sessizlik ki hücrelerinde kayboluyorum. Ben 23 yıllık mahkum. Söyleyin, n'olur söyleyin var mı ışığa giden bir yol?
Yoruldum ben.
Asılı kalmanın dehşeti yumuşamıyor boğazımda.
Yutkunamıyorum.
Uzun zamandır böyle ağlamamıştım.
Yoruldum.
Çok yoruldum.

Koşsam?
Tükensem
Bitsem
Bitse
Bits
Bit
Bi
b
..

5 Temmuz 2012 Perşembe

ara başlık

Not düşüyorum buraya, mutluyum. İnanması zor olurdu bana söyleseler.
-Emi mutlu.
-Hadi canım sen de!
Mutluyum evet. İnternetten ve dış dünya diye objelediğim her şeyden uzaktayım bu ara.
Ve kendimi kendime saklayıp doyasıya yaşıyorum.
İzninizle, bir müddet daha susacağım.

Hepiniz iyi olun; Rodolfo, Nini, Mati, Deep, Crazy...
Çok iyi olun.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Her gün hiç doymayacakmış gibi yeni yeni şeyler öğrenen, böylesine aç olan bir ruhun, öğrendiklerini paylaşacak kimsesi olmaması kadar boktan bir şey varsa o da Adnan Menderes'in hükümet başkanı seçildiği gündür.

Lanet olsun.
Kimsem yok.
Hiç kimsem.

İnsanın kendinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmaması nedir ne değildir bilir misiniz siyah tavşanlarım?
Var mıdır bununla ilgili yaşamışlıklarınız yaşatmışlıklarınız?
Hep içinize aldığınız insanları bir zamanlar'a sıkıştırmalarınız,
sıkılmanız,
en değerli dediğinizden bile sıkılmanız..
Var mıdır?
Benim var. Bu nedenle herkese has samimiyeti ve herkese vazgeçmeyi bırakıyorum. Öğretiyorum. Tanrım bacaklarımdan doktrin akıyor(!)

"Seni Seviyorum" ikikelimesi ne kadar gerçek olabilir?
Hiç kimsenin sevmesine inanmıyorum.
Çünkü, zaten, ama ,fakat, bu nedenle, -ki, -de, -mak
Kimsem yok benim.

Kimsesizlik iyidir hem.
Aldırış etmezsin. Tenezzül etmezsin.



Not: Burçiiiiiimnnnn, sen en azından dinliyorsun bir tanem.


10 Haziran 2012 Pazar

sanma ki unuttuk dostum senden geçtik ama ortak anılardan geçmedik.
çalıyor şimdi, pencere önünde incir ağacı..
kanser olan her anayı içimize sindirip dilekler olluyoruz gökyüzüne.
burada bir yerdesin dostum.
raıkı içiyoruz yine. eşlik de ediyoruz, pencere önünde incir ağacı..
hey gidi.
kal sağlıcakla dostum.

kal sağlıcakla.

3 Haziran 2012 Pazar

http://www.youtube.com/watch?v=jQc9o60XWrY&feature=endscreen&NR=1

Bu şarkı derimin içinden girip hücrelerimi buluyor. O denli işliyor içime. Sözlerine pek kapılmasam da. Power metali seviyorum. Sonata'yı ise bambaşka seviyorum. Dinlemiyordum ne zamandır. Ege, Letter do Dana'yı yolladığında fark ettim. Hemen zihnimde Sonata diyince çağrışan Shy tınıları beni buraya getirdi işte. Shy bir başkadır. Bambaşkadır.
Bateristleriyle bilinir Power metal grupları, burada pek belli etmez kendini ama Tony Kakko'nun sesi, Jani Liimatainen'in gitarı, Janne Kivilahti'nin bassı, Mikko Harkin'in klavyesi.. Diğer şarkılarda olduğu gibi kendini belli etmese de Tommy Portimo'nın davulu..

Kırmızı şaraptan bir yudum daha.
Bir yudum.
Yudum.
Yudum yudum kederleniyorum. Yudum yudum dinliyorum. Yudum yudum susuyorum.
Her şey yudum yudum.

Gizem'in Umut'a mesaj atması, birilerinin beni araması.. Geçmiş geçmişte kalamıyor. İstesek de önümüze çıkmaktan kendini esirgemiyor. Esirgemiyor kendini neden korktuğumuzu hatırlatmaktan. Kitap sayfalarında karşılaştığım kelimeleri sömürürcesine içime çekiyorum. Materyallere insanlardan daha çok önem verdiğimi hatırladım. Sanki tüm yüzleri toplayıp çekmeceme sıkıştırmışım. Bir de kitaplar. Bay P'yi koklar gibi kokluyorum Bay P'nin kitabını. Gözlerimi kapatıyorum ve soluyorum ne kadar hiçlik üzerine yazılmış hede varsa. Ne kadar isim varsa hepsini soluyorum. Kitap kitap gibi kokmuyor o vakit. Bugün çok ama çok sevdiğim bu kalemden alıntı yapacağım. İsmini özel bir sebepten dolayı şimdilik sakladım. Bugünlük kelimelerimin kellesini vuruyorum gece-işi olmuyor. Ama öncesinde, bugün 8 civarında açtığım şarabı ve sonrasında 2.si ile saati 2.30 ettiğim tadımları paylaşmak istiyorum. Rodolfo'ya yorumumda söz etmemin de etkisi var bunda.



   İnançların ölümüne, dinlerin toza toprağa karışmasına tanıklık eden, bilimlerin alacakaranlığa gömüldüğü bu devirde, duyumlarımız elimizde kalan yegâne gerçekliktir. Aklımızı kurcalayan tek sıkıntı, bizi tatmin edebilen biricik bilim, duyumlar bilimidir..
   İçimizin donanımına özen göstermek -varlığımıza bir anlam katmanın üstün ve akılcı bir yolu varsa, o da budur bence. Hayatını muhteşem dibalarla kaplı bir ruhta yaşayabilmiş olsaydım, şikayet edeceğim dertlerim olmazdı..   
   Geçmişe bütün saygısını, geleceğe ise bütün inancını ya da umudunu yitirmiş bir kuşağa, daha doğrusu bu kuşağın bir parçasına aitim. Dolayısıyla şimdiki zamanı, gidecek başka yeri kalmamış insanların iştahıyla yaşıyoruz. Ve duyumlarımız hele de hayallerimiz(gereksiz basit duygular) geçmişi de, geleceği de hatırlatmayan bir bugüne kavuşabildiğimiz yegâne mekân olduğundan, iç hayatımıza gülümsüyor, kibirli bir uyuşukluk içinde, varlıkların nicel gerçekliğiyle bağımızı koparıyoruz.
   Hayatta aklı fikri eğlenmekte olan insanlardan farklı sayılmayız belki de. Yalnız, bencil sıkıntımızın güneşi batmakta artık, hazcılığımız da alacakaranlık ve çelişki tonlarında bir soğuğa teslim oluyor ağır ağır.
   Yeni yeni iyileşen hastalarız biz. Genellikle ne bir sanat ne bir meslek edinen, hatta hayattan tat alma sanatını bile öğrenemeyen insanlarız. Uzun ilişkiler bizi huzursuz ettiğinden, genellikle en iyi dostlarımızdan yarım saatte sıkılırız, sadece aklmıza gelince görüşelim isteriz onlarla, birlikte geçirdiğimiz en iyi anlar ise, onlarla beraber olduğumuzu hayal ettiğimiz anlardır. Bu, dostluk anlayışımızda bir eksikliğe mi işaret eder bilmiyorum -belki de etmez. Kesin olan bir şey varsa, o da en çok sevdiğimiz -ya da sevdiğimizi sandığımız- şeyin ancak hayalini kurduğumuzda tam, eksiksiz değerine kavuştuğudur.
   Gösterilerden hoşlanmayız. Oyunculara, dansçılara burun kıvırırız. Gösteri sırf hayaliyle yetinilmesi gereken şeylerin, özünün bozularak taklit edilmesinden ibarettir.
   Başkalarının görüşlerine kayıtsızız -doğuştan gelen bir kayıtsızlık değil bu, genellikle acı tecrübelerin sonucunda duygularımızı terbiye etmek zorunda kalamamamızdan ileri geliyor-, onlara hep kibar davranabilir, hatta her şeye rağmen ilgi de barındıran bir ilgisizlikle bağlanabiliriz bile, çünkü hayallerde herkes ilginçtir ve farklı insanlara dönüştürülebilir; ve biz de geçeriz (...)
   Sevmekten aciziz, sevilmek için gereken sözlerse daha söylemeden yorar bizi. Zaten içinizden kim ister ki sevilmeyi? Rene'nin severek yoruyorlardı onu sözü tam olarak şiarımız sayılmaz. Sevilmeyi düşünmektir bizi tek yoran, telaşa düşürecek kadar yorar hem de.
   Hayatım daimi bir ateş, durmaksızın tazelenen bir susuzluk. Gerçek hayat eyyam-ı bahur günleri gibi bunaltır ki beni, bunda bir parça alçaklıkta yok değil.
S/502
   

Not: İnternette bulabilecek misiniz acaba diye yazdığım her paragrafı tek tek tarattım. Ne mutlu ki Türkçeye çevrilmemiş.

29 Mayıs 2012 Salı

Maalesef ki olmuyor

Bazı zamanlar vardır, seçebileceğiniz hiçbir kelime tam gelmez. İşte böyle zamanlarda beynimi elime alıp parçalayabilme gibi bir imkanım olsa kesinlikle yapardım dişlerimi bunca sıkacağıma. İçimde bir yerde gerçekten nefret ediyorum insan ırkından. Bazen ben bile şaşırıyorum kendime. Bu kadar nefret, tiksinme duygusu ve mide bulandırıcı bunca şey. Saymaya başladıkça o kadar çok neden nasıl bulabiliyorum? Neden sevemiyorum sizi ve neden daha tanımadan hepinizden nefret ediyorum?
Burada hiç beceriye eremeyen sevgiler var çünkü. Ve maalesef ki hiçbir zaman bir araya gelmeyecek burada varolarak durmaksızın ayırdıklarım/ız. Hiçbir mevsim işe yaramıyor! Ölmekte olsam yaşamak için bahane demezdim hiçkimseye ve hiçbir şeye. Hiçbir şey bu kahrolası düşünceme ip sallandırmazdı. Burada başarabildiğim hiçbir bok yok. Zaten çığlık atsam da yüksek mertebelerdeki melekler birbirini becermekten duymayacaklar sesimi. "Kes sesini!" diyorum bu yüzden kendime; Kes!! Zaten duymayacaklar! Böyle tutabiliyorum ancak kendimi ve yutkunuyorum kuş ıslığını  karanlık hıçkırıklarımın.
Önceleri böyle miydi?
Ne de yeşermeye hazırdı onca çayır. Ne çok tohum dökecektik toprağa. Görseniz, ne verim ama!
Hey gidi çocukluk! Geçmiş gitmişten fazlası varken figürlerinin ardında ve gelecek yokken önümüzde! Hey gidi çocukluk! Büyümeye ne de can atardık. Bir an önce "büyük" olmak için sıkıştırırırdık kendimizi, şu "büyümüş" olmaktan başka bir şey olmayanlar hatrına belki de. Belki de elimden kaçan uçurtmaydı hatrı kalan. Ah, ben hiç uçurtma uçurmadım ki.


Katillerin iç yüzünü görmek kolay, fakat şu da var ki; ölümü, bu anlayamadığım şekilde huzurlu görünen ölümün tümünü, yaşamdan önce bile- Ölüm.
Tanrım, ne kadar da huzurlu bir kelime. Tüm harfler bir araya gelip şiirler meydana getirse hiçbiri anlamlandıramaz bu 4 harfi Ölüm. Tanrım!

Benim gibi ölü çocuklar!
Sesimi duyuyorsanız varmak istediğiniz yerden kart atın bana. Şöyle güvenilir bir gündüz işi olsun. Buralarda bunu bulmak çok zor. Alın ve götürün kendinizi bahçenin yakınlarına, keçeli kalemlerle karalayın, duvarları kapıları ve çıkmazları, gecenin ağırlığından fazlasını veremez hiçbir şey bana. Ama siz verin. Çıkmazları karalayarak verin. Ve tüm çıkmazlara mukayyet olun(!)

Ölü çocuklar.
Ölüm.
Ölü.

Ah, tanrım, ne de huzurlu-

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Morrison!



My wild love went ridin' 
She rode for an hour 
She stopped and she rested 
And then she rode on
Ride, c'mon!


The Severed Garden'dan sonra son 1 saattir bunu dinliyorum ve son kısmı bağırarak söylüyorum. Zaten bu şarkının adabıdır son kısmı bağıra bağıra söylemek.
Çok güzel lan. 4 adam geç böyle bir şarkı yap, enstrumansız tıngırdat. Anlayacağınız bugünü Lizard King günü ilan ettim. Yani, bugün her şeyi yapabilirim! Ben bu adamları dinledikçe çıldırıyorum bre!

Whiskey?
All together!
-My wild love went ri-

14 Mayıs 2012 Pazartesi

n'esi var?


Oldu tabii, onca yol aşıp da acabalara düşmüşlüklerim. Onca hayat dayatmalarının gerginliklerinden sonra en sevdiklerimi un ufak edip ateşlere atmışlıklarım. Oldu işte. Bilirim bilmesine; kendimi bu yalnızlık uçurumunlarına ayaklarıma taş bağlayıp atışımın alışkanlık olduğunu. Bu abuk özlemlerde put gibi kalışım hasarı oldu hatalı düşünce biçimlerimin işte. Eh, haliyle arkama bakmaktan korkar oldum, ne yazık ki, korkum da egemen oldu en zarif anlarıma.
Asla'ların kargaşasında dönüşler çaldı yıkımın kapısını gidip gelip. Bazı hataların telafisi yoktur, kandırmayalım şimdi bizleri. Bilerek doğmak lazım neticede.

Fakat bilincindeyiz. Bazı yerlerde hala insanlar kapısını maviye boyuyor ki kötülükler giremesin diye. Hatta bazıları ufacık bir ateşte bir kaç saat dans edebilmenin keyfini sürüyor. Değerini biliyor o güzel anların. He şimdi biriniz çıkıp da samimiyetin nesi var derseniz, n'si yok derim. Halbuki hani always samimiyet?

Ah, şu içsel yolculuklarımın buz gibi soğuk duraklarında özümle karşılaşmasam. Tüketiyor bu öz içimde ne kadar  optimist parça varsa, kaldıysa. Gelemiyorum işte sahtekarlığa, aptallığa ve korkaklığa.
Off, gün gelecek anlatmanın bir anlamı olmayacak. Susacak her şey. Aklımda onca takıntı, yanımda vanilya kokusu ile herhangi bir yerde sabahlayacağım. Sohbetlerin tüketen yıpratıcılığına katlanmayacağım, notalardan bile temizleyeceğim benliğimi. Gün gelecek bir bilinmezde tüketeceğim kendimi. Tırnaklarıma oje sürmeyeceğim. Yüz hatlarıma karışmış onca materyalin kırışıklıklarına şahit olmayacağım.

Söyleyin benim siyah tavşanlarım, ölümden de dar bir yol var mı? Var mı ışığa giden bir yol? Elim kolum bağlı beklemekteyim özgürlüğü. Bir manyaklık yapar da ilerlerse ayaklarım. Orası ayrı. Belki kurtulurum. Belki.

Şimdi bana yokoluşun bu seyrinde varlığın kapladığı bu dipsiz boşluğu anlamlandırabilmek gerek demeyin siyah tavşanlarım,  sonuçta bizler onca boşluğa bir anlam ekleyemeyenlerdeniz.
O değil de, çiçeklerim ben olmadan daha mutlular sanki. Hissediyorum.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Nerdesin?

  Yaklaşık 1 yıl sonra ilk defa sigarayı elime aldım. Bu katrandan siyah akşama dumanlar grilik katmalıydı yalnızca. Fakat bu onsuzluğun arasında kalmış saatler cephelere düşen daha az maviyle ve daha az soluk maviyle biraz daha akşama kayıyor; katrandan soluk. Anlayacağınız sigaraya bahane bulduğum bu grinin yerini soluk bir mavi alıyor. Adını koymaktan korktuğum onca şey duman bulutu olup küllüğe karışıyor.
  Nefes nefesi, yudum yudumu kovalarcasına içime doluyor. Öyle bir kovalamaca ki bu amfetaminle zehirlesem beynimi daha az yaşatmaz bu yoksunluğu. Olur da havada uçan cisimler görsem, adına benzetirim. Adı kadar işler ellerime. Ağlamak çare olsaydı boğazıma oturmuş bunca O'na, böyle yutkunmazdım. Bu kadar gözümü almazdı ışıklar. Şunu söylemeliyim ki, uzaktan uzağa nefes almak hiç bu kadar can yakmamıştı. Gece nasılsa sarhoşluğa çalıyor kendisini derken bir kaç notada akıp gidecekken korkularım zaman usulca iniveriyor yeryüzüne. Sönen bu ışık dalgası, yitmekle dolup taşan akşamdan yükselen melankoli, yüreğime işleyen ve yanında sisler getirmeyen bir bulut adeta. Usulca, tüm yorgunluğuyla iniyor gün yüzüme. Bu anlaşılmaz solgunluk soğuk toprağa usulca kendini bırakıyor. Yüreğimi uyuşturmayan bu sıkıntının tekdüze acı veren görünmez külüne dönüşerek usulca konuyor yere. Ah, zaman.

O bir yerlerde sarhoş oluyor..

  Yeni filizlenen bir aşka benzer bi' şeyle geçen bir kaç ay olsaydı yaşadığım, acının sesi daha tiz olurdu.  Ne kadar bastırmaya çalışsam da, duygu kalıbının doğurduğu duyumlar ileriye taşıdı meseleyi; kıskançlığın, acının, tahrikin başladığı yere. Ama çalıştım. Daha derine itmeye, daha alışmamaya, daha, daha.. Çünkü biliyordum heyecana açılan odalarda derinliğinden arınmış bir aşkın ne kadar hoş olduğunu. Hafif bir zevkle arzuların belli belirsiz harmanlanmış kokusuyla tanışacağımı. Ve böylelikle aşk trajedisinin özündeki yücelikten yoksun kalınacağını.. Bilinçliydi ona duyduğum sevgi. Bu yüzden onu kaybetmemeye bu kadar inandırdım kendimi. İlginç olduğu kadar sınanması can sıkıcı şeylerdir çünkü bunlar. Bilirsiniz, insan gerçek dünyaya özen gösterdikçe düş dünyasıyla ilgilenmez olur.
  Doğruyu söylemek gerekirse, altında başka şeylerin yattığına kendimi ikna etseydim bu trajediye seve seve katlanabilirdim. Yani aslında bütün meselenin benim ürkekliğimden, yaşamak konusundaki yeteneksizliğimden, bu tüketemediğim acıdan kaynaklandığını anlayamasın diye aklımın kulağının dibinde davul çalmakta olduğuna inanabilsem. Ah, bi' inanabilsem.

Ben bir yerlerde sarhoş oluyorum..

  Düşünüyorum da, erdemin haklı bir ödülü olsa elim telefona gitmezdi. Seni seninle bırakmayı istiyor değilim anlayacağın. Fakat aynı şeyi ben istesem kendinle direnir ama bana kendini hatırlatmazdın biliyorum. Huzur damlattığım yanının altında gizlenmiş bir fırtına olacağı düşüncesini itekleye itekleye sana sarılmam olacakları değiştirmedi ne yazık ki. Oysa varlığımızın üzerine dupduru, ılık bir ferahlık getirecekti; biz. Kandırmacalar hayal ettiğim gölün manzarasını kapatamadı. Aynı kışın, aynı soğuğuyduk aslında. Şimdi 1 gecede sanki farklı iklimler olmuşuz da üzerimizde farklı yerlerde patlayacak kavgaların ağırlığı oturmuş gibi.

Birileri bir yerlerde kayboluyor.
Birileri bir yerlerde kendisine karışıyor.
Nerdesin?

4 Mayıs 2012 Cuma

Başlığa İstanbul yazsam tümden gelirim sanırım

Nasıl başlayacağımı bilmiyorum açıkçası. Nereden kessem de kısaltsam yazıyı diye düşündükçe açılış cümlesi bulamadım. -Yazıyorum lan!-

İstanbul..
-böyle desem dokunaklı olur sanırım-

Uzun zamandır gitmek istediğim ama bir türlü gerçekleştiremediğim, buram buram anı kokan şehir-di. Bir gün Kongre vesilesiyle valizimi hazırladım. Sabahında -yalnızca valizi hazırladıktan 3 saat sonra- Ate ile buluşup biletleri almaya gittik, derken İstanbul. 4 günlüğüne gitmiştim, ablamlara gidince 8 güne çıktı.
Güzeldi. İlk Beşiktaş'ta buldum kendimi, sanki herkes Dilan, herkes Hazal, herkes Burak'tı. Zordu herhangi bir cafede yemek yemek. Yine de 4 yıl sonra ilk defa bende hiçbiri kalmamış/kalamamışken gitmiş olmanın dikliği vardı üzerimde. Unutmuştum onunla öpüştüğüm sokakları, sarhoş sarhoş ona ne kadar aşık olduğumu anlattığım sırtımızın sıvazlandığı yerleri. O duyguyu, şahidi boğazken hem de, "Sen Seviyorum" naralarını duyanlar iyi bilir. Boktandır. Alışılmıştır. Zamanın nankörlüğüne, merhemine uğramıştır. Biraz deşer, derin bir iç çektirir ve daha ilerisi için adım attırır. Ufak bir kalp kriziydi ilk adım. İlk Boğaz portresi; küçücük, ufacık bir kalp kriziydi. Burç'un "Geldim İstanbul" çığlıkları kendime gelmemi sağladı. Sonra da ölen kardeşleri ve ölen sevgiliyi hiç hatırlamadım.

Gelmiştik İstanbul. Kusana kadar içmek için, burada(İzmir'de) boğazımıza düğüm olmuş ne kadar sikik şey varsa hepsini yutmak için gelmiştik. "Yutkunduk da bolca."
Yol boyunca plan yaptım, Neyse ile buluşacaktım, Özgür ile buluşacaktım, ablamlara uğrayacaktım kızçeleri doyasıya öpecektim ve Atelerle bolca vakit geçirecektim. Hiçbirinden taviz veremezdim. Neyse ile dibine kadar içip edebiyat konuşacaktık saatlerce, bunu onun İzmir'e geleceği zaman için planlamıştık aslında, İstanbul'a kısmetmiş diyemesem de pek, onun koluna girip Beyoğlu'nda gezmek huzur olabilmişti benim için. Onun hakkında ve gezdiğimiz yerler hakkında yazabileceğim çok fazla şey var. Fakat yazmayacağım. Belki sonra, onun da iznini alarak.
Buram buram samimiyet kokmadan samimiyetine inandıran nadir insanlardan Neyse, can gibi, dost gibi. Buraya sadece onu çok sevdiğimi ve mütemadiyen özlediğimi yazmak istesem cümleyi taşıdığı anlamından oldukça taşırmış olurum.
Dip:  Büfedeki abilerin neden güldüğünü biliyordum piç. Sen gülerek "Abi gülmeyin" derken, sırtına vurup "Ya Neysee!" dememin sebebi oydu. Şapşal herif. Ağzını burnunu yerim. Etek de candır. Eheh.

Cansularda kaldık bir kaç gün Ate, Burç ve ben, evde bir de Tekila vardı Cansu'nun yavru kediciği. Ben kedileri pek sevmem, bilenler bilir. Ama bu kedi yanıbaşımda uyuduktan sonra sevdiğim ilk kedi oldu, belki eve bir kedi bile alabilirim. (Burç bu kısmı okusa duygulanıp ağlardı) Güzel vakit geçirdik. Hiçsizliği unutmuştum. Kendime geliyordum yavaş yavaş. 4. günde ablamların yanına geçtim. Dora ve Duru'yu saatlerce öptüm. Görmeyeli çok büyümüşlerdi. Dora -ikisi de henüz 2 yaşını doldurmadı- konuşmaya başlamıştı, Duru heceliyordu. Dora üstün zekasıyla ilk dakikada beni dumur etmişti. -Çocuk henüz 2 yaşında bile değil, sayıları ve renkleri biliyor- "Hadi teyje film izleyelim" "Hadi kardeş sen de gel" diyişlerini unutmayacağım. Onları şimdiden çok özledim. Teyzeleri popolarını yer onların. Bi'tanelerim benim. Hayat size bolca kahkaha attırsın. Tebessümle büyüyün.

Ablamlar her ne kadar beni bolca gezdirmek isteseler de Mesude teyze olmasaydı kızçelerden dolayı dışarı çıkamayacaktık. Onun düşünceli davranışları beni hep etkiledi. Yaşına göre oldukça çağdaş, ileri görüşlü biri. O hayatımda bir noktada davranışlarıyla hep hatırlanacak.-İçten bir teşekkürle- Abimlerle/Ablamlarla hayat daha çekilir oluyor. Bunca hiçlik kargaşasında;  kendimizi sevmekten alamadığımız bu hayatla, cazibesiyle bizi korkutan ölümün arasında sıkışmış 4 kişiydik biz Nevizade barlarında; Serhan, Mete abim, ablam ve ben. Öğleden başlamıştık içmeye. Akşamı tahmin edebiliyordum, kaliteli bir yerde salaş elbiselerimizle yemek yiyecek, Boğaz'a/Marmara Denizi'ne karşı şaraplarımızı yudumlayacak, gece ise zevkimize uygun müzik yapan herhangi bir yerde sadece Dora ile Duru'nun adlarını hatırlayacak kadar içecektik.
Öyle de oldu. Önce bir kaç yeri  gezdirdiler. Serhan'ın okuldan çıkmasını bekledik. Yırtık t-shitü deri ceketi ve rugan ayakkabılarıyla Serhan yine Serhandı. Hatta Ankara'ya nazaran daha da Serhan'dı. Ablam da öyle. Keza abim de. Onları daha mutlu görmenin inancıyla ayrıldım İstanbul'dan. Ablam gülümsüyordu. Adını "kronik depresyon" koyduğumuz o boktan şeyden kurtuluyordu.
Bilindik bir şeydir, etrafımızı saran her şeyin bir parçamız haline geldiği, İstanbul ile doluyordu ablam, insanlara karışabiliyordu artık, yakın bir arkadaşıyla içindeki kaosu paylaşabiliyordu, dışa dönüktü daha çok, ışıklıydı, çok seçenekliydi, yorgun değildi. Ablamdı işte. Güzeller güzeli ablam. Gülümsesin hep.
Sevgiyle, Özlem'le. Yanaklarından sömürürcesine öpüyorum. Bana dünyanın en tatlı ikizini veren biricik ablam.

İlk gün nöbetteydi, ameliyat varmış kaytaramadı da, aramızda kalsın da biraz yaramaz bir doktordur. Onun eksikliğinde Mete abimle saatlerce sohbet ettik. Uyuduğumuzda gece 4'tü. Muhtemelen "Morfoz" şeklinde daha önce yüzeysel bir şekilde bahsetmiştim ondan. Ayrı bir kafası vardır onun. Zeki insanların çilesi, doyumsuz olurlar bilirsiniz. Mütemadiyen huzursuzlardır. Yetinemezler pek. Bir de kendi boylarının farkındalarsa hayat pek de iç açıcı değildir onlar için. O da öyledir. Her konuşmamda kendime getirir beni, nefes aldığım yeri anlar, çözümü bilir ama daha çok benden duymayı seçer. Hayatımda tanıdığım "ben entelim" diye geçinen onca insanın tersine gerçekten "entelektüel" kavramını taşıyan bir kaç insandan biridir. Kitaplığı hazinedir benim için. Seyrek görüşebilsek de, benim genç zihnimi öğün öğün doyurur. O gece ağırlıklı olarak masonluk hakkında, baba olmak hakkında konuştuk onunla. İlluminati üyesi, yani mason olan 2 farklı kişinin fikir aktarımı sonucunda ona masonluğu teklif ettiğini ve bu adamların asıl düşünce yapılarını anlattı bana. Tüm toyluğumla hayranca dinledim onu, sorular sordum. O bana parkta çocuk nasıl sallanır diye anlatsa aynı toyluğumla ve aynı hayranlıkla dinlerdim herhalde.
Tüm sevgimle. Adını metefor koyduğumuz her şey adına diyorum ki; sırf dışımız değil içimizdeki mükemmellikte bozulmaya mahkum nasılsa; hep genç kalasın.
- Teyje olmanın verdiği olgunlukla yazıyorum. Eheh.

O gece abimle ablam evliliklerinin gidişatı hakkında derin bir sessizlikle birbirleriyle konuşurken Serhan ile ben ötekileştirilmek hakkında konuştuk bolca. Katıksız güneşi ve özgür enginleri sorguladık. Sonra ayaklarımızı uzatıp ufku deliler gibi arzuladığımızı hatırlattık birbirimize. Sonra aşağı bara indik. Canlı müzik yapan grup moladaydı. Biz dans ettik. Çığlık attık. Sahneye çıktık. İçtik içtik içtik. Dönüş yolunda ablamı abim, ya da abimi ablam taşıyordu. Serhan'ı da ben. -Ben sarhoş değildim, en az onlar kadar içmiş olsam da yavaş içtiğim için çarpmıyyor bu meret beni- Bakanlara "Biz sarhoşuuz" dedik. El salladık. Ve başımıza bir iş gelmeden taksiye bindik.
Serhan; olduğun kişiyle mutlu ol. Hem sen nasılsa "Avrupa görmüş insansın". Hiç! Sen yırtık t-shirtlerinle Polatlı sokaklarında yürüsen bile havandan geçilmez bebeğim. Hehe.
Şaka bir yana, kayıpların seni etkilememesine öyle sevindim ki. İyi ol. O göbeği açık gri t-shirtünü bir daha giymemen dileklerimle! Eheh.
-Bu İstanbul durağı hakkında bahsedebileceğim çok fazla şey var, fakat ben o günden bahsetmek istedim sadece-

Kısaca-uzunca böyleydi İstanbul. Ezilmiş umutsuzluk ve gelecek kokuyordu buram buram. Kendimi hatırlattı bana. Kayboluşumun farkına vardım. Sessizce toparladım tüm parçalarımı, kimsenin ruhu duymadı ama kendimdim en sonunda. İzmir'e gelir gelmez odamı değiştirdim. Odamın kapısına Morrison'ın o güzel yüzünü tüm renklerle taşıyan The Doors  posterini yeniden astım. Kısa saçımın uzun bıraktığım kısmını beyaza boyadım. Bir kaç pantolonumu yırttım. Tırnaklarıma "yeşi french" yaptım. Ertesi gün İzmir sokaklarında dans ettim. Tüm toplum normlarını yıkarcasına yeniden bendim.
Hani, "Evet"in içinde ne ararsan vardır ama en çok netlik taşır ya; öyleydim işte.

30 Nisan 2012 Pazartesi

Bokum gibi olmuş yeni blog

Bir şeyler karalayacaktım İstanbul hakkında, dünya hakkında, çocuklar hakkında, kızçeler hakkında...
Hatta burayı açtığımda Sevgili Rodolfo'nun bulduğu bir aralıkta yorum yaptığını görüp mutlu olmuştum. Fakat bu yeni blog şeysi yüzünden yanlışlıkla yorumunu sildim. İçim cız etti. Çünkü o, buralara pek uğrayamıyor ve uğradığı bir zaman diliminde yorumunu bırakıyordu. Aptallığım, şaşkınlığım yüzünden bu küçücük anıyı kaybettim.

Beğenmedim bu halini buraların. İnternet üzerindeki değişikliklere pek alışamıyorum.

Hevesim kaçtı zaten. 

Rodolfo; iyi ol oralarda. Ve tez zamanda gel.

19 Nisan 2012 Perşembe

Tam da yazıyord-

Unutuyorsun en çok. Bu, hatırlamak kadar da acı veriyor üstelik. Yaşanmışlıklar toz bulutu olup da sarıveriyor odanı. Nefes aldıkça anı çekiyorsun ciğerlerine. Astım krizlerin tutuyor sindirdiklerine dair. Kurtuluş yok. İnhalasyon cihazı kullanır gibi, doğrudan kalbine ve beynine gitsin diye, zaman çekiyorsun içine. Sonu yok pencerene küstahça sızmış bu öteki dünyanın. Ucu bucağı yok. Sen yine de çıplak ayak gelsin diye bekliyorsun onu. Eh, cennetten gelecek ya. Çıplak ayak. Üstelik rengiyle.
Bekliyorsun işte. Unutuyorsun, hatırlıyorsun, sonunda ise hep acı çekiyorsun. Atomu parçalar gibi acını parçalıyorsun sonraları. Utanmadan bir de dağıtıyorsun ki; aynı cins acılar birleşip onu oluşturmasın
..


Bunu az evvel Tom Waits dinlerken karaladım. Yoksa kendi ortalamamın oldukça altında bir acıyla geçirdiğim gündü. Eh Umut olunca böyle geçiyor günler. Serpiştirdiğim onca Emi'yi köşeye itip huzurlu bir Emi yaratıyor o, bunu kendimden başkasının yapamayacağını düşünürken hem de.

İtiraf ediyorum ki, Umut hayatımda oldu olalı, pencereyi huzurlu açıyorum. Esen efil efil rüzgar vardı ya hani, ellerimiz kenetlenmişken hissediyoruz onu en çok. Gondola biniyor çığlık atıyoruz bazen. Bazen de kiralık bir bisiklete binip dünyayı turluyoruz, döndüğümüz yer Seferihisardaki otel odamız oluyor. Bazen de bir kitap kapağı hakkında saatlerce düşünüyor, yorum yapıyoruz. Birbirimizin göremediği pencereler açıyoruz gerçeklikler diyarımızda.

Hepimizin zaman zaman kahramanlara ihtiyacı olur. Evet. Biri superman kıyafetlerini giyip dünyayı kurtarır gözümüzün önünde. Bazen bana ne deriz, bazen de kurtarılan o dünyanın kendimiz olduğunu farkeder elimizi uzatırız.
Yine de inatla dönmeye devam eder dünya başka eksenlerde. Birileri de çıkıp atomu parçalar işte.
Bense o esnada kahvelerimizi doldurup, Umut'un oturduğu koltuğun karşısında bağdaş kurarak defalarca dünyayı kurtarırım.
Ben ki biri keman çalsa yaşama hırsıyla dolar taşarım,kendimi zevkten öldürebilirim, bütün kadınlar için aşktan ölebilirim, bütün şehirler için gözyaşı dökebilirim, buradayım, çünkü hayata başka çözüm yolu yok. Oscar Wilde'a hayrandım, çünkü iri bir hayvanı andırıyordu; sadece bir su aygırı gibi sıçarken hayal edebiliyordum onu; ve bu imge doğruluğu ve saflığıyla büyülüyordu beni. Hemcinsim olduğunu söyleyen gelsin de yüzüne tüküreyim. Kimse benim sanatıma eşlik edemez, çünkü kendisine tapındığım ve içine sıçtığım için benim sanatım sanatların en güçlüsüdür. ve kalbim, tutkusundan taş devri çıplaklığını yaşıyor. ehlileşmek istemiyorum. çünkü aralıksız heyecanlıyım. Dünyanın bütün lokomotifleri aynı anda düdük çalsalar, çaresizliğimi dile getirmezler. ben, belki de hiçbir şey olamamışların kralıyım. çünkü herhangi bir şeyin kralı olduğumdan adım gibi eminim. Şunu iyice bilin ki sanat burjuvalarındır.Burjuva derken şunu anlıyorum: imgesiz bir adam. Sayın Andre Gide, kusura bakmayın, rahatsız ettim ama boksu edebiyata yeğlediğimi size açıklamam gerekiyordu.

                                                                                                                                   Arthur Cravan

Dip: ‎'Toplumun intihar ettirdiği' bir dadaist. Sürrealizmin canı -hemen Dali çağrışıyor efenim, alâ(ala)- Üstüne bir de aşık, en güzeli de anarşist. Bu nedenle bahsettiğim 2 grupta da yer almayı redetmiştir. Yakışıklı da. "İmgeli" bir adamdır. Pek de doğru konuşur.

Dip 2: Şu radyoyu pek severdim ben, Akar geçenlerde sevdiği bir parçaya denk gelmiş linki yollamıştı keyifle dinlemiştik, parçayı hatırlarsam buraya eklerim.
Blues, jazz her şey var burda. Buyrun; http://www.jazzradio.com/blues

8 Nisan 2012 Pazar

la la la

Bugün yazı yok, içsel karmaşa yok, bugün yalnızca müzik var. Bazısı Umut'un elinden geldi buraya, bazısı benim bazısı da Merve ve Burç kızanlarımın.
Masa burada, sandalyeler falan feşmekan...

Bazılarımız Father Of Country Music diyoruz ona, vuupp diyişini yediğim. Şarkı sözlerini benimsemiyorum, anektod olarak geçmek istedim şuracıkta eheh. Dik kuyruğumu eşekler kovalasın! :)

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=1NG909ToXBg


Şimdi gelecek gruba benim çok önyargım vardı. Tiplerinden olsa gerek, yaptıkları müziğin epey keyifli olmasına rağmen görüntüleri beni hep ürkütüyor.
Ama bu grup devrinin en iyi gruplarında biridir nezdimde.


Ah ya bu adamı daha önce paylaşmıştım sanırım. Turn The Page'i ile. Yineleyim bildiğimiz Turn The Page bu, hayır Metallica bestelemedi bunu, bu şarkının babası Bob'dur, hakettiği değeri görmüyordur bu yüzden Emi sinirleniyordur. Çok tatlı söylemişler, ye yee yeee diye dolaşıyorum evde bu şarkı yüzünden. Geliyor;

Bu parça mis gibi bir paça, bir sürü şey anlatan bir parça, insanı canevinde bulan bir parça, grup hakkında yalnızca tek albümle vuruşu yapıp gittiklerinden başka bir bilgim yok. Başka albüm de çıkarmamışlar. Bence yazık etmişler hem kendilerine hem bize."Tomorrow never comes until it's too late." diyip dıkşın diye beynimizden vuruyor. Ayrıca hem daha günlerden Pazartesi, Salı, Çarş.. Geliyor;

Umut'un eliyle direkt fizy'den geliyor bu da, Angie kadar değeri yoktur gözümde o ayrı, ama gençliğimi hatırlatır bana, ah ya, yaşlandık azizim. Geliyor; http://fizy.com/#s/20jsaq

Son olarak Merve ve Burçin'in eliyle geliyor bunlar da, ben Türkçe pek dinlemem, onlar sayesinde öğreniyorum grupları, pek çoğunu içime almıyorum ama bu şarkıyı çok keyifle dinledim. Ben naramı attım, ıslığımı çaldım, çığlığımı attım, etrafıma bile baktım. Ama en çok göbek attım eheh. Geliyor;

30 Mart 2012 Cuma

Sosyalistttttiz biz yea

Zaten o çok takdir ettiğimiz Komünist Manifestosu'nun bitimindeki proleter enternasyonalizm sloganı ile tüm işçiler birleşseydi kimse hak eşitliği için götünü yırtmazdı. Hatta Marx, Lenin, Che.. Gezmiş falan hala yaşıyor olurdu. Hatta ve hatta Büyük İskender, "Hay" Hitler falan kanka olurdu. Hatta roma-osmanlı barışı bile bilmem kaç bin yıl sonra olmazdı. O kadar yani! Biz de hala "Dünyanın bütün işçileri, birleşin" diye çığıralım manifestonun bitiminde.
Hadi len ordan. Kapitalizm candır. Hatta emperyalizm de candır. Sömürsünler bizi, oh mis.
Hatta hepimiz bokuz bence.
(bkz: ironi)
(bkz: 5 bira kafası)
(bkz: ben de dünyayı kurtaracağım mınakoyim yea)

İnanç ya da inançsızlık/Yüzleşme

"Bence kimsenin, farklı itikatların kendi yandaşlarına yüklediği zorunlulukları yargılama hakkı yoktur. İslam dininin alkol tüketimini yasaklamasına itiraz edemem; eğer bu görüşe katılmıyorsam, Müslüman olmam. Bu nedenle, Katolik Kilisesinin boşanma hakkındaki görüşlerinin neden laikleri korkuttuğunu anlayamıyorum. Eğer katolik olmak istiyorsanız, boşanmayın. Eğer boşanmak istiyorsanız, Prostestan olun. Eğer bir katolik değilseniz ve Kilise sizin boşanmanıza izin vermiyorsa. İşte o zaman şikayet hakkınız var demektir. Kilise tarafından tanınmak istenen homoseksüellerin ve evlenme talebinde bulunan rahiplerin beni kızdırdığını itiraf etmeliyim. Bir camiye girmeden önce, ayakkabılarımı çıkarırım. Eğer ayakkabılarmı çıkarmak istemiyorsam, başka bir yere giderim."
demiş Umberto Eco arka kapakta. Bağnaz septisizm ile sürekli arayış içerisindeki şüphecilik arasındaki farkı uzun uzun mektuplaşmalarla anlatmış Cardinal Martini ile. Tanrıya inanmamak ve inanmamayı seçmek arasındaki o ince çizgiyi tam da burada başarıyla çizmişler, elleri, dudakları, gözleri öpülesi bu insanlar. Öyleyse, haydi, septisizmi ortadan kaldırıp şüpheciliğimizi özgür bırakıp inanç çeşitliliğine kucak açalım!

27 Mart 2012 Salı

Böyle sabahlarda

Şarkı burada; Hişt

İçlerde bir yerde geldiğimde bir durağa, iyi ki olduk bizler diyorum. Eh, görüyoruz tükendiğimizden fazlası var; hayatımıza dair, benliğimize dair, ucu görünmeyen patikalardaki gelecek zamanlara dair. Var fazla bir yanı hayatın bizim bizlerin.
Acılar kavruladursun, boynumuz dik. İstediğimizde gözyaşlarımızı, şehrin üstü yırtık sokaklarından topluyoruz nasılsa. Böyle sabahlarda portakal renkli oluyor gün.  Leylaklar mor kokularını parmak uçlarından kafatasına iletiyor.

Ne diyordum? Böyle sabahlar.. Böyle sabahlarda, aşkın kristal küresinde umutlar çoğalıyor önce, birbirini beceren ama hazdan sekizköşe umutlar. Sonrası karmaşa ya, yine de kahramanların güneş gibi doğacağı bilinci; sandal olup kürek sallıyor zihnimizin çeperlerinde.
İzimiz sessizliklere bürünmüş sesimiz. Duyanımız bizden başkası değil. Ona amenna! Kum diyarında bahçivanlıklara soyunmuşuz bre, daha ne olsun!


Böyle sabahlar, böyle sabahlar Umut'un aramasıyla başlıyor genelde. Gözlerindeki güneşle içimi ısıtıyor. Kendi sesinden evvel Ezginin Günlüğü tınılarıyla meşk ettirdi bana, ilk saatlerinde güneşin yüzümü ısıtan turuncu ışıklarıyla.
..
"Su uyandı sen uyanmadın aşkolsun 
Salınıp çık, içine bahar dolsun 
Ne bu dünya böyle kalacak, ne geçmiş ziyan olacak
Açacak akşaklardan, mor leylaklar"

..
Mutlu sabahların yeşeren leylağı o. :) Ne de olsa, geriye kalan onca kırgınlıkları bir çöp tenekesine atıp huzuru sırtlamaya mecbur leylekler. Olur ya bir gün gideriz belki buralardan diye.
Zamanı gelirse, zamanı geldiğinde diye onca leylek.
..
"Uyan gönlüm haydi perdeni aç 
Çilen doldu kafesinden kaç
Uyan gel uykudan, dünya aşk görsün"


26 Mart 2012 Pazartesi

Havalar hep güneşli olsun bre!




Bunu hatırladınız mı? Şimdi izlediğimde ne de komik geliyor. Eh küçüktük bir zamanlar ve çocuktuk çokça.
Çocukça olmasa da geçen zamanlardaki gibi, yine söyleyebiliriz bence bir çocuk sesiyle.

Hala deli gibi eğleniyorum bu şarkıda. " You can talk about Cha Cha" diyor ya, kalkıp zıplayasım ve cha cha yapasım geliyor eheh. Havalar hep güneşli olsun bence. Ve ortalarda şek şek şek sinora diye gülücükler saçarak dolaşalım. 

..
Oukey! ay bıliv yuu. 
whoaa!
şek şek şek sinora şek yor badi layn.
şek şek şek sinora şek it ol dı taym
vörk vörk vörk sinora!
-şak şak şak. o la la.


18 Mart 2012 Pazar

Hayır, henüz sarhoş değilim ve serzenişim kayıplara değil

Bilmiyorum problemimiz ne bu hayata dair.  Hepimiz doyasıya seviyor, özlüyor, emek veriyor ve yaşıyoruz.
Zamanın acımasızlığı bizi bu şekle sokan. Kare mi dikdörtgen mi yuvarlak mı, ne olduğunu seçemediğimiz önümüze verilen ve bir türlü durmasını sağlayamadığımız bir kabın şeklini alıyoruz. Sonuçlarına kanımız çekile çekile katlanıyoruz.

Hatırlamaktan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmiyorum. Hayır. Bunun verdiğim değerle alakası yok. Bunun tamamen şu siktiğimin zamanının avuçlarımın arasından kayıp gitmesiyle orantısı var.

Eski facebook hesabıma baktım 2 sene sonra.  Daha önceki güncellemeleri gör dedikçe içim parçalandı. Kana kana okudum her şeyi. Seda'yla konuşmalarımızı, Gökçe'nin özledim haykırışlarını, Ahmet'in kankamlarını, Aytekin'in yarın derse giriyor muyuzlarını...

Yalnızlığın dibindeyim hayat, senin ebeni sikeyim! diye bağırdığım onca yılda ne çok insan almış, değer vermiş ve siktiri basmışım. Ne çok insanın hayatına girip, bir şeyler katıp defolup gitmişim. Ve hep de yalnızım demişim, beni yalnız bırakıyorsun siktiğimin hayatı diye bağırmış, öfkemi kusmuş, ama kalabalıklaşmaya devam etmişim.

Son zamanlarda dostluğu baki olan odamın köşelerine maruz kaldığımdan mıdır bilinmez, -maruz kalmak dedim bugün çektiğim acıyı kabullenmekte zorluk çekiyorum çünkü- eskiyi hatırlamaya çalışıyorum boktan hafızamla. Okuduğum onca yazının varlığından bi haber olmayı geçtim, okuduktan sonra hatırlamadım bile. Bunu bana yapan zamandı. Suçlanacak biri varsa, verdiğim değeri tekrar verememem için bu kesinlikle zamandı.

Beni değil, bu siktiğimin zamanını suçlayın! Sizi tekrar tekrar sevemediğim için, Emi hatırlıyor musun sana Cihan'ı anlatıp omzunda ağladığım günlerce bana akıl verdiğin o günleri dediğinizde Cihan kimdi diye sorduğum için, sizi anımsayamadığım, paylaştıklarıma tanık dahi olamadığım için, her şey için zamanı suçlayın.

Şu an, adınızdan başka kaybettiğim hiçbir şey yok aklımda.
Ama adınız.. Adınızın bana verdiği acıyı hiçbiriniz anlayamazsınız.
Hiçbiriniz.

11 Mart 2012 Pazar

Blog olsun diye 6




Güne bununla başlayınca la la la tadında geçiyormuş "diyolla". Şimdi şurada bir dinleti yapmayı ne çok isterdim. - dinleti yapmak, hı hım- Ama hazırlanıp Umut'la sınav kağıtlarını okumam gerek.

Tarihe not: Bugün Müjgan ile uyandırıldım Umut tarafından, önce saçımı çekti(!) sonra öptü öptü öptü.
Burada Umut'un bana yolladığı bir fotoğrafı yayınlamak istiyorum, ama genel geçer bir yazı altında olmasını istemiyorum. Bu da tarihe hatırlatma olsun.

Gününüz iyi geçsin. Özellikle Nini'nin, Mati'nin, Deep'in ve burada olmasa da bir gün okuyacağını bildiğim Rodolfo'nun.

5 Mart 2012 Pazartesi

blog olsun diye 5

Günü kurtardık.
Hadi hayırlısı.

Dinleyelim o vakit; http://fizy.com/#s/1aja50

Sevmesem ölürdüm. Sahiden.

Bir de lösev'e girip gönüllü olun. Vaktiniz varsa vakit ayırın onlara. Bankaya yatıracağınız 3 5 liradan fazlasını verebilirsiniz, umut ve mutluluk verebilirsiniz. Elinize küçük prensi alıp okuyun mesela onlara, "bir gece de elini siz tutun"

Umut candır(!)

20 Şubat 2012 Pazartesi

a,b,c,d,e,f,g

A'nın dertlerini dinledim, fakat A'ya dertsizdim.
B'ye dertlermi anlattım, B bana dertsizdi.

Hep böyle oldu,
birine sadece verdim; zamanımı, sevgimi, gülücüklerimi..
birinden sadece aldım; zamanını, sevgisini, gülücüklerini..

bunca zaman sonra şöyle bir baktığımda tartının adaletsiz yanını anlamakta epey zorlandığımı görüyorum.

Ya hayatı suçlamışım, ya insanları, ya kendimi.

..

şeklindeki serzenişler.
Pek tabii hepinizin verecek sevgisi çok. Lakin ben 5 kişiye ilgi şefkat verip huzur mutluluk dağıtırken henüz tanıdığım birine omzum var gel diyemem.
Bazılarınızı sahiden anlayamıyorum.

Bir sevgilin vardır.
Başka bir kadında huzur buluyorsundur.
Ama bir başka kadında da mutluluk ve huzur aramaya yakınsındır.

Tabii ki bize bir çok insan sevgi verebilir. Lakin zaten sevgi veren biri varken, sen bunu almaktan ölesiye memnunken. Neden bir başka sevgiyi hazır ol da beklersin ki ey insan?

Biliyorum, sen doyumsuzsun.
Fakat önüne geleni sevebilme,önüne gelene zaman ayırabilme ve önüne gelenden huzur ve mutluluk alabilme durumundaysan, nerede iyi ki'lerin o özel yeri? Nerede ötekileştirilmeksizin hayatına kattığın hayatlar?

Yani diyeceğim şu ki, bu köşe yaz köşesiyse şu köşe de ilkbahar olsun.
Öptüm.

16 Şubat 2012 Perşembe

Kirli'den

Ahh..
Sessiz dostu yalnızlıkların..
Cemalin esirger ufak bir tebessümü
Böyle küsmelerin kime?
Kimsesizi kalabalıkların,
Yaşadığın sahra mıdır
Bu ıssızlık niye?
Neyle kavurdun ki,
Böyle viran tutarsın yüreğini
Yüreklere mey olan,
Bu düşkünlük kime?
Ahh..
Yarımı, yarım kalmışı mazinin
Nasıl bir yemin ettin de,
Sükûnetinde methedersin hüznü..
Sen ki,
Neşesiyle cihana renk veren;
Kırmızıyı maviyi unutup da,
Böyle gidişin nere?
Ahh..
Sakalında kir biriktiren..
Öyle dilsiz beklersin aşkı
Böyle susaman kime?..


Kirlim yazmış bunu bize. Genelde üslubu farklıdır. Mevlana'ya benzettim ben. Kelimelerden dolayı. Yoksa hâşâ!
Bu tarzda ilk denemesi bu. Ben çok beğendim. Maviyi, kırmızıyı bir de kirli sakalını işin içine sokmuş kalbimin en güzel yanı, bu yüzden burada paylaşmak istedim hemen. Kalemini sevdiğim, kemirdiğim, canımdan can adam; ağzına, o tertemiz yüreğine, kirli sakallarına sağlık.
Mavi mavi öperim seni, kırmızı rujlu dudaklarımla :)

15 Şubat 2012 Çarşamba

Küçük zümrüt kuş

Bugün Just Kids'in son 100 sayfasını yeniden okudum. Bu kitabın bende anlamı büyük ve derin. İlk okuduğumda sonuna gelemeden bırakmıştım. Beni derinden yaralayacağını biliyordum çünkü. Gücüm yoktu, hayal gücüm de yoktu, dayanma gücüm de yoktu, düşünme gü...

Kitabı bırakıp, başka kitaplara daldım, bu kitabı da soran herkese önerdim, hatta kendi ellerimle verdim ve bir çok kişiye okuttum. Bilemem Robert ve Patti'yi anlayabildiler mi, ben bile bilmiyorum ki anlayabildiğimi.

Zaman uyuşturduktan sonra bazı yanlarımı, yeniden almıştım kitabı elime. Bir solukta okumuştum adeta. Robert'ın öleceğini biliyordum, bu yüzden okuma gücü bulamamıştım kendime önceden. Fakat uyuşan yanlarımla, bir çırpıda bitirmiştim.

Uzun bir zaman geçti. Zamanın uyuşturduklarıyla alıp götürükleri de vardı. Aptaldık çokça. Aptal gibi davrandık. 

Bugün son 100 sayfasını yeniden okuduğumda, kabuk bağladığını zannettiğim kalbimin izsiz bir halde olduğunu gördüm.  İyileşmek mucizevi bir şey.
Yine de, şahit olduğum halde, tanıdık olduğu halde, Patti'nin ağzından dökülen Robert ve hayatlarıyla ilgili son sözleri okurken gözlerimden akan yaşlara engel olamadım. Yine.
"Hansel ile Gratel gibiydi onlar. Hayal edemediğimiz cazibelerle ve cadılarla uğraştılar."

Yazımı sonlandırırken son imgemizin ilki olması dileğini sepete koyup kapılarınızın önüne bırakıyorum..
"Işıklar içerisinde uyuyan bir genç, gülümseyerek gözlerini açar ve asla yabancısı olmamış o kişiyi tanır."

Kitaptan alıntılar yapmak isterdim ama şu an Robert'ın dizine başını koymuş Patti'yi, Patti'nin saçlarını okşayan Robert'ı izlemek daha ihtişamlı geliyor.

Ve bu arada mırıldanıyoruz biz; Jhonny Deep, Eddie Vedder ve diğer okuyucular ile beraber:
I'm dancing barefoot
heading for a spin
some strange music draws me in

makes me come on like some heroin/e
..


Kapak resmi o soluk fotoğraf olan kitabı, öylesine soktuğum kitaplığımdan çıkardığımda, yerini değiştireceğimi düşünmemiştim bugün. Rilke, Turgut Uyar, Nazım Hikmet'in bulunduğu şiir kitaplarının sonunda Marquez'in yanında yer edinmişti önceden. Onları okumayı, durup durup kurcalamayı daha çok sevdiğim için elim Patti'ye gitmeyecekti. Fakat şimdi rafın ilk sırasında, Kundera'nın Gülünesi Aşklarının hemen önünde yer ediniyor. -Ne ironi ama di mi!-
Şimdi, her dinlenmek isteyişimde elim ilk ona gidecek.

Okumayanlar varsa, aramıza katılmalı diyorum. 
Mavi parlayan yıldızlar adına..


Son olarak; Teşekkür ederim; Ona.

14 Şubat 2012 Salı

Kabuk

İçimdeki amansız kusma isteğinden ve kusamamaktan yorgun, öylece oturmuş gönül rahatlatıcı şeyler bulmaya çalışıyorum. Ama yok. Hepsinin sonunda; içimde biriktiğim ne varsa, ne kadarını içime almışsam, hepsini bir klozete boşaltmak ve bir daha asla tadına bakmamak geliyor.

He yapabilir miyim?
iradesizliğe mahkum bir cevap geliyor; hayır

Bir şeyler acı vermeye başlıyorsa, oradan uzaklaşmam gerek. Lakin sessizce olmalı bu. Kalp kırmadan, kimsenin haberi olmadan.
Hani öyle bir gitmek olmalı ki, yokluğum bile anlaşılmamalı.
mümkün mü?

Egoist bir cevap geliyor; hayır.

bu nedenle sorulan her soruya verilen cevap etimden derimden canımdan bir parça gibi kopup gidiyor.
kanıyorum.
Oluk oluk, yudum yudum.

Hoş nasılsa hepimiz özgürlükten yanayız. O buram buram kelepçe kokan özgürlükten yana.
Şimdi sorarım size, bu sakalet içerisinde, sevsem ne olur, sevmesem ne olur?

Boşu boşuna ezberleyelim yine biz bu kurum tutmuş tarihi. Kirli bedenlerimize temiz yürekler yerleştirelim.
Nasılsa hepimiz özgürlükten yanayız ya.
Nasılsa Hepimiz.

"Bazen" diyorum ya hep, sahiden "bazen".
Bu boşlukta öylesine bir ağaç dalına tutunmak kadar saçma bir hayat. Kanayan ellere alkol basmak kadar da ironik. Her şeyin sonu aynı, yalnızız, bilindik hikaye. -Burada çoğul konuştum, gözünüze sokmak için değil ama-
iç ses: aslında olabilir de.

Hatta, hatta, hatta yalnızlığımın yanında öyle bir kalabalığım var ki, hikayeyi hazin kılan taraflarıma paraf atıp başkalarının hikayelerine dalıyorum, ben diyim balıklama siz diyin çivileme.
Bilemiyorum, belki de görünmez kılmak için. Dışarda bir yerde en az içimdekiler gibi parti verirken insanlar, ben o lanet yastığa kafamı koyduğumda son fırtı çekip yastık altı yapıyorum düşüşlerimi. O şanlı dakikalarımı bir aralığa sığdırıp bir başkasının kolundan kendime uçuyorum.
Ama burada da bir farkındalık giriyor devreye.
"Ne zaman batak oynasam ihalenin bana kaldığı" farkındalığı.

Buraya kadar hala okuyanlar varsa, ne anlatmaya çalıştığımı kendimin de bilmediğini söylemek isterim onlara.
Evet, içtim yine çokça.
Ve henüz 5. birayı bitirmeme rağmen bakın ne kadar hoşum.

Geçelim tüm titrasyonlu yanlarını zırvalıklarımın.
Diyeceğim şu ki, kabukluyum belki ama, içim yumuşak.

8 Şubat 2012 Çarşamba

3.tek

Hani blues şarkılarında

"back door man" diye bir kalıp vardır ya onun "back door woman" şekli gibi. Öyle bir şey yani.




Ayrıca bugün Pamela Courson'ı kıskanasım var. Geçenlerde de Yoko Ono'ya takmıştım kafayı. Bu hatunlar beni çıldırtıyor.




Hey gidi Morrison!

2 Şubat 2012 Perşembe

http://fizy.com/#s/1mj07b

Nereye gitsem ait olmadığım hissi beni hiçleştiriyor.
Bir yol var, ikiye ayrılır klişedir ya, sağıma dönsem, birileriyle tanışsam, kaynaşsak falan, ondan olmadığımı söylüyor.
Başa dönüyorum, solu seçiyorum bu sefer, biriyle tanışıyor kaynaşıyoruz, o da ondan olmadığımı söylüyor.

İki tarafta kabul etmiyor beni.
3. taraf da etmeyecek biliyorum.
Hiçbir yere ait değilim, hayır bunu övünerek söylemiyorum, farkındalığım beni eritiyor günbegün. Kabul görülmüyorum. Kendi boyumdayım, fazlası yok aslında. Gerçeklik ateşimi dindirmiyor ama.

Herkes taştan, bir hareket etmeye kalkmışlar öyle durmuşlar. Her şey ifadesiz. Gülüşmeler, sevişmeler, jestler her şey ifadesiz. Benim için hiç bir anlam ifade etmiyorlar. Hiçliğin hiçbir anlamı yok, onu tanımıyorum.

Yarım ruhla dolaştığım küçücük odamın köşelerinde tozlar var, mumum kokulu değil. Bardağım ağzına kadar rakı dolu. Ağzına kadar dolu kaldıracağım.
Yanılgılara düşmüş bu halimin ortaya koyduğu gerçeklikte ben varım. Tamamıyla ben. Bazı insanlar beni çok iyi tanır görünseler de, tuhaflık sezdiklerini düşünüyorum. Bazıları. Kabul görülmemek. Aitsizlik.
Düşündürüyorlar.  Durduk yere onlara baktığımı hissediyorum. Yılmış gözkapaklarımla, hafifçe değdikleri siktiğimin gözçukurlarımla onlara baktığımı hissediyorum.
Hiçbiri hakkında, dünya hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorum.


Ah tabii, henüz genciz. Ormanın ulu yapraklarının belirsiz tınısından geçiyoruz. Patikanın ucu göl.  geceden daha yoğun bir gece. Öyle ki kararsız meltemin nefesi duyuluyor. İmkansız şeylerden konuşup, hayal kuruyoruz. Genciz ya. Seslerimiz varolan her şeyin bir parçası.
Tabii ki bu belirsiz ormanda başka yol yok değil.  Birilerinden duyduğumuz kestirmeler de var üstelik. Yine de oynaşan gölgeler ayışığının soğuk ve sert ışıltılarını çiğniyor. Sonuç aynı. Kabul görülmemek.

Hem gençliğimizden başka verecek neyimiz var ki? Di mi?

Bardağı yarım bırakmayacaktım. Gidip bir duble daha koymalıyım.
2 ayın açlığı var.
Açım.
Duygularda gerçek olan, ben olmayandır ya; ona açım.
Bırakıyorum, bireyselliğim duyguların anormal tarafına yuvarlansın.

http://fizy.com/#s/3w9we6
14 oldu. 14. kez dinliyorum.
Noktalama işaretlerini yanlış yapmayacak kadar da düzgünüm hala.

Duygularım. Onlardan korkuyorum. Bana acıdan başka hiçbir şey vermiyorlar. Bu yüzden onların başkaları tarafından tahmin edilmesine asla izin vermiyorum.
Veremem.

Şimdi demeyin, gençsin ya, gençliğinden başka verecek neyin var ki?
Yok.
Hiçbir şeyim yok.

ikili ilişkiler vol 5

emi:
 Bir insanın başkasına ayıracak bir vakti olmaz hep.İlgi istiyorsan başkasından bekle Cem, çevrende bir sürü insan var. Ben kendime bile nasılsın diye sormayacak kadar ilgisiz bir insanım. Hiçbirinizden bir beklentim yok, hiçbirinizin de benden bi beklentisi olmasın.

Hayata baktığımız yerler bambaşka. Ben vıcık vıcık samimiyetsiz kokan samimiyetlere küfür ettikçe peşimde sıralanıyor, üstelik vıcık vıcık olmadığım için yargılanıyorum da. Ne güzel dünya.

Ayrıca bir laf atıp kaçtıktan sonra nasıl düşüneceğimi önemsiyorsa, ben lafı istediğim yere çekmeden önce, ağzında kem küm edeceğine, "ya bak kadın, böyle yapıyorsun hoşuma gitmiyor yapma" de.

Cem, seni gerçekten merak ettiğimde yazacağım, duvarına baktığımda mutsuz olduğunu anladığımda yazacağım, seni gerçekten yanımda istediğimde yazacağım, gerçekten yanında olmamı hissettiğimde yazacağım, seninle iki sohbet etme isteği duyduğumda yazacağım, benimle iki sohbet etmek istediğni anladığımda, verebilecek vaktim olduğunda yazacağım.

Değişmeyecek görüşlerim, bakışlarım samimiyetim bu konuda.

Ve son cümlene hitaben; tamam.

1 Şubat 2012 Çarşamba

böyle şöyle

Çok anlatırsan az yaşarsın.
İçindeki kafeste saklamalısın sevgini
Anlatırsan anahtara yaklaşırlar
Üstelik saray soytarısı ruhlu bir sürü insan hayatındayken.
Anlatma
bilmesin kimse ruhundaki kelebekleri
sesin sesine dönük olsun
konuş
sadece kendinle konuş
Sonra bir bakarsın tüm renkler birbirine karışır bir şenliği kutlarcasına
fark etmen için tez geçer zaman.
Hoş, nasılsa yabancısındır duyguların kenar çizgilerinin.
yalnızca onları dışardan oluşturanları tanırsın ya..

Yalnız/ca
Yalnız, yalnı, yaln, yal, ya, y, ..
sikiyim.
yazmıyorum amk.

31 Ocak 2012 Salı

Bira ve sahil

Saat 00.24,
ay ışığının denizde seyrettiği yolu adımlamaya koyuldu düşlerimiz
bu Ocak akşamında.
tüm o karanlık ufuk çizgisinde
ay tam da yer edinmiş sallanıyorken
tepemizdeki park salıncağında
seninle buluştuk.
önce baktın;
tahterevalli eşiğinde kaldı bilincimiz
sonra öptün;
kaydırakta döndü evren
sonra sevdin;
çocuk gülüşmelerini duyduk o vakit.
sevdik, sevdik, sevdik..

elimizde şarabın yıllanmış tadı
dudağında kırmızı rujumun kalıntısı,
öylece yürüdük denizin üstünde
martı misali.
sevdik, sevdik, sevdik..

el eleydik
dalgalar hırçındı
tutku biçemi bozdu
mavilerse geceye koz
seviştik, seviştik, seviştik..


http://fizy.com/#s/1d3b6m

25 Ocak 2012 Çarşamba

Emilia: e
Burç: b

e: Sence birini neden severiz?

b: Birini severiz çünkü eksik yanımızı doldurur. Mesela mutsuz olan insanlar sesleri enerjili, sürekli gülen insanları başka severler, çünkü en dipte olduklarında sesleriyle pozitifliğe çevirebilirler. Mutlu insanlar da mutsuz kişileri daha cazip bulur mesela, ne biliyim çeker onları o kişiler.

e: Kommensalizm burada da kendini gösteriyor yani. Peki sence neden değer veririz?

b: O da saygı duymakla başlar. Yaptığı işe, okuduğu şeylere, dinlediği müziklere, giyindiği kıyafetlere, konuşma tarzına, bakış açısına, konumuna öyle bir saygı duyarsın ki, hayatında hep olmasını istersin, bu da değeri getirir. Çünkü gururlandırır seni onunla konuşmak, tanımak vs.

e: Bence sen Victoria Secret'a katılmalısın, Fashion sana göre değil. Böyle haydi eller havaya falan. Baksana şunlara nasıl eğleniyorlar. Hem poz verirken kasılıyorsun ya, öyle bir sorunun da olmaz.

b: Bence de. Vücut ölçülerim oraya uyuyor zaten Türkiye'deki standartlara göre zayıfım ben :/ Bok.

e: Diyorum buraya ait değiliz.

b: O zaman Yiğit kapıma dayanır da bakmam. Hatta Kıvanç Tatlıtuğ gelir ayy sen kimsin be salak derim.

e: Düşündüm de Emrahsız bir hayat olmaz.

b: Bateri lazım.

e: Bateri şart. Bir de kol lazım ama.

b: Emrah'ın kollarını da alırız yanımıza

e: Bence de.

b: Bence de.

..

şeklinde söyleyişler

Düşünüldüğü üzere böyle bir psikolojiyle sabah 8 civarı anca uykuya dalabildik.

Burçin'in kurduğu o cümleler, son zamanlarda duyduğum en doğru cümlelerdi.

O, iyi ki var.
Benim daimi dostum.
Gülme kaynağım. Şebek suratlım.
a.g.b.s.m.

24 Ocak 2012 Salı

Geceye bitap düşen bir gece daha doğurur ya, öyle.

Gökkuşağı bile yapayalnızken.. Ah evet biliyorum. Yeşeren hayatı taçlandıran çiçeklerin tazeliğinin pek de sağlam olmadığını. Biliyorum o lanet günlerin ardına saklanmış yanıtsız sevmeleri, korkuları, özlemleri..

Malumunuz, yaşantılarınızda güzelden geriye bir ad kalır bayım. Odalarda hapsolmuş beyaz çarşaflar bir de.
- Beyaz dediysem, malumunuz, bayım.

Karışıklıkların nedeni hayatın önümüze zorla dayattığı sorumluluklardan ne halde çıkabildiğimizle alakalı.
- Malubiyetlerimiz bayım. 
Otoparkla, düğmesi bozuk otobüsle, notları sikimsonik hocalarla ya da, ya da'sı çok bayım. Tüm bunların, düzenin, standartların, karanlık ormanların, gündüzlerin, gecelerin en çok da gecelerin savaşlarıyla ne kadar başaçıkabildiğinizle, onları içinize ne kadar sığdırabildiğinizle, ne kadarına bıçak tutabildiğinizle alakalı.

-Bu yüzden sürekli gidilir ya bayım..


Hiçbir yere varayamayacağınızın bilincini sırtınızda taşıyarak gidersiniz. Her belirsizlikle, her gidişinizde varacağınız yalnızlıkla ne halt edeceğinizi hesaplamadan öylece gidersiniz. Unutursunuz sonraları, bu yokoluş perdelerinde oyuk danteller çıkar; kan kırmızı belki de.
Bir bakmışsınız endişeleriniz, korkularınız "malubiyetleriniz" tek yoldaşınız kalmış,
-Geride bayım!

(Geride.
Gerideyse niye içimde?
"Geride" diyor bir ses.
Düşünüyor düşünüyor düş'e kalıyorum.
Burası sessiz..)

..

Böyle işte, bazen tanımlandıramıyor insan. Tanım diyor ":" koyuyor, olmuyor, kaçıveriyor dudaklardan o üst üste binmiş iki noktanın yanı.
Çektiğim bu acı gibi, onu neden sevdiğimi cevaplandıramadığım gibi kaçıveriyor işte. İki dişimin arasından, dilimin yuvarlağından, ses tellerimin arkasından. Öylece.


Bir de bazıları, martıların hiçlik için cesaret şarkıları söylediğini düşünürler, üstelik gülümserler. Böylelikle sabahları ısınır o insanların.. Değer verirler, değer bilirler, severler bayım. En çok da severler. Anlamıyorum, onca dağ tepe aş, başka bir dağın eteğine yerleş, mücadele masturbasyonların içini delsin, git tüm kalbinle birini sev. Olacak iş mi?!


-Susun bayım.
Gülüşleriniz uykularımı bölüyor.

20 Ocak 2012 Cuma

19 01 2007-idi

Yanlış hatırlamıyorsam Can Dündar'ın dediğine göre, Hrant Dink, gelen tüm tehditlerden dolayı ona Türkiye'yi terketmesi gerektiğini söyleyen tanıdıklarına, "bu ülkenin bana zarar vereceğine inanmıyorum" diyip sevdiği "ülkesinde" yaşamayı tercih etmiştir. Bu ülke ki Trabzon'da 5 kişiye 2000 kişinin saldırdığı insanların bulunduğu ülke, bu ülke ki, o 2000kişi içinden seçilmiş kişilerin serbest bırakıldığı fakat o 5 kişiden 2 sinin tutaklandığı ülke, bu ülke ki düşünen öğrencileri içeri tıkan bir ülke, bu ülke ki Uğur Mumcu'yu, Abdi İpekçi'yi ve nicelerini kahpece öldüren sözde insanlarla dolu bir ülke.. Bu ülke ki, düşünen gazeteciliği bedenen öldürmeye kalkan bir ülke..
Ölümünün 5. yılı.
"Hepimiz Hrant'ız" demiştik 2007'de. 2012 oldu yine bir şey değişmedi.. Bilindik filmler yine gösterime giriyor, kapalı gişe hasılatıyla.. İmajını ... Türkiye(!)

Akabinde bilelim, bildirelim diye 5 bölümlük bu videoları izleyin derim; http://www.dailymotion.com/video/xbxiu3_hrant-dink-19-ocak-tan-19-ocak-a-1_news

14 Ocak 2012 Cumartesi

denize gidip dönen mavilerin bire indirgenen üçlüğü

yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış bir
bir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir gün
bütün yitiklerim karalarım üstüste üstüste bütün karışıklığım
gelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllık
şu kadar binler yıllık karalarım karışıklığım üstüste
usul usul insan insan ölüm ölüm üstüste
şu kadar güneş şu kadar su şu kadar su yılanı şu kadar düzen
ben sebepliyim denizlere aylara kavgalara umursuzluğa
bir maviyi durup dururken birine benzetiyorum
bir balığın ağzını anıyorum durup dururken
serinliyorum

ben üç yer tasarlamıştım üçü de sana bana uygun
biri günebakanlarda biri otuz yaşta birini sorma
birini sorma gün gelir ben söylerim
daha usta olurum daha yiğit o zaman söylerim
bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin
yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen
baştan başlayalım susamlara ekmeklere denizaşırılarına
sevmelere


gidip dönelim
belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki
belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller
ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim
bakarsın göneniriz gidip dönelim
ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben
senin de gürül gürül saçların var nasıl olsa.


Turgut Uyar

6 Ocak 2012 Cuma

O anların içtenliğine

Her birimizin vardır elbet mutlak kayıpları. Hani o küstah bulut çöker ya yorgun sabahlarımıza, ne öğleni bekleyesimiz vardır ne de dayanabiliriz akşama kadar nefes almaya.

En fenası da o huzur veren sessizliğin ardına saklanmış kapkara gelecek. Akabinde bedeni saran yokluk. Belki de bu bir kavrayış olacaktır ama, yine de, istesek de o kaçıp giden fotoğraflardaki anların içtenliğini , gerçekliğini bir daha kavrayamayacağız. Daha kötüsü gerçekliğin o vicdansız nankörlüğü kavrayacak elimizi, gözümüzü, ruhumuzu. O büyüye kapılacak ben dediğimiz şey ve yavaş yavaş yok olacak.
-Ah, yok olsa keşke.

Bunları neden yazdım? Yine yatakta saatleri geçirdiğim bir gündü ve dostlarımı düşündüm. Kimseye bağlı olamayan nefret ettiğim biri var içimde, kimseyi sevemeyen, kimsenin ardından hüzünlü bir şarkı söyleyemeyecek kadar hissiz biri. Tüm bunların farkındalığının kendime getirdiği o nefretten sonra, gidenlere hak veriyorum.
Ama hak etmediğim gidişler vardı.
Elif'in gidişi gibi.
Hazal'ın gidişi gibi.

Hazal'ı rüyamda gördüm. Ah. Kuzenden de öte kardeş hatun. Rüyamda özür diliyordu benden. Garip.
Elif'e gelince, beni gerçekten anlayan insanlardandı. Zira bu sayı o kadar az ki, o kadar az ki.. Belki de beni anlayan tek insandı. Hani ben onu durduk yere sevmedim, durduk yere bağlanmadım vs. Benim için inanılmaz diyebileceğim güzel vakitler verdi bana. Ama öyle bir gitti ki, teşekkür bile edemedim.
Ortada hiçbir şey yokken hem de. Önceden çok kırdım onu sonuçta 6 yıllık bir geçmişimiz var onunla ve ben değişiyordum. Ama tekrar kazandığımda daha da dikkat edeceğim için söz vermiştim kendime. Artık ondan dost olamayacağını bunun için kendini çok suçladığını ama dost kavramını unuttuğunu söyleyip gitmişti.
Gitme de demedim. İnsanların ne kadar değişebileceğinin en iyi kanıtı olarak ben, aynaya her baktığımda anlıyordum onları ve bu yüzden değişen insanları yargılama hakkı vermedim kendime. Kabulleniş. Öyle zamanları tırnaklarının arasından iğne batırıp koysalar günüme acıtmıyor.
İyisi buydu bizim için galiba.
Gidenler.. mutlu olsunlar, ne diyeyim. Arkalarından şarkı söylemek o kadar çok isterdim ki.
Böylelikle geçmişin hayatıma koyduğu o küçük noktaların izi diğer sayfalara geçti. Daha önce hiç karşılaşmadığım insanların -fakat birbirini çok iyi tanıyan -mışlıklarımızın olduğu insanların- içinden duyduğum sesler anlamlandıramadığım acımı çağrıştırdı hep zihnimde. Özümde hissettiğim o acıyı. Kimseyi suçlayamam gelişlerden gidişlerden dolayı. Tek sorumlu benim, bilincindeyim tıkanıklıklarımın.

Not: 2 dk önce Atınç(en yakın arkadaşlarımdan biri) Murat'la konuştuğum için benimle samimiyetini kesmek istediğini söyledi. Çok garip.

Neyse ne diyordum, neyse işte.
Bazen hayat gerçekten zahmetine değmiyor.
İnsanlar değişmeyecek. Allah kahretsin. İstemesem de bunu hep yapıyorum.

Kahve koydum. Bir de iyi sayılabilecek bir sohbetim var. Kapı ardına kadar açık. Atla da gel huzur. Zira rüzgardan da korkuyorum bugün.

http://fizy.com/#s/1m0xxa

5 Ocak 2012 Perşembe

Alıntı

Onlar; şüpheli bir varoluş içinde, kül tabağını doldurmaya çalışan, aceleci birer tiryaki gibi önce kokularını doldurdular odaya ve sonra azalarak, ağır ağır, bazen de henüz bir nefes bile almamışken sigaralarından, sadece yanmış olmasına duydukları öfkeyle, güçlü bir şekilde bastırarak tepesine söndürdüler sigaralarını hayatlarımıza ve gittiler... var gibiydiler çokça ve yok gibiydiler hiç olmamışcasına... geldiler ve sonra gittiler... sevdiklerimiz, sevemediklerimiz, hiçbir zaman taraflarından sevilemeyeceklerimiz... onlar yalnızca; hep ve her zaman dibimizde duran acı hatıralar olabildiler.o kadarla kalabildiler.

ekmek şarap sen ve ben

İnsan son nefese hazır gidecekmiş:
nasıl ölürse öyle dirilecekmiş
biz her an şarap ve sevgiliyleyiz
böylece dirilirsek işimiz iş


Ben öldüğümde
Beni şarap ile yıkayınız.
Telkin yerine:
Şarap dökünüz mezarıma
Kadehleri ve şarabı öven
Şiirler okuyunuz başucumda.
Eğer kıyamette
Beni bulmak isterseniz;
Meyhane kapısının toprağından
koklayınız beni


Ömer Hayyam

yar bana bir eğlence



-karagözüm, gül yüzüm neredesin? 

2 Ocak 2012 Pazartesi