29 Aralık 2011 Perşembe

Digital picture

Geçenlerde okul projesi için arkadaşım fotoğraflarımı çekmek ve portre olarak resmimi yapmak istediğini söyledi. Bir resmi de bir mekan içerisinde farklı objeler katarak çizeceğini bunun da galeriye gideceğini söyledi. Son zamanlarda modelleri olmam için kapımı çalan insan sayısı fazla. Üstelik hiç modellik yapmadığımı, benden model olmayacağını defalarca söylememe rağmen. Yine de her birine elimden geldiğince yardım etmek istediğim için oturup kimler modeller olmak için yardım edebilir diye çoğunlukla tecrübeli arkadaşlarıma bakıyorum. Onca hatunun/adamın aksine, digital fotoğraf makinasıyla dolu fotoğraflarım olsun istemiyorum. Ego fışkırmış kareler gibi geliyor bana. Bu yüzden hiçbir zaman o karelerin içerisinde olmak tercihim olmayacak.

Ama resim bambaşka. Çıplak görüyorsun. Teknoloji ile değil kendi renklerin ile oynama yapıyorsun. Elimde Artist dergisinin kasım/aralık sayısı var. Yağlı boya ile Deniz Sağdıç'a yer vermiş bir kısmında. O resmi bulamasam da başka bir resmini yayınlamak istiyorum.
  

Sizce de fotoğraftan katbekat iyi değil mi ? Bir fotoğraf makinasının çıkardığı işten daha yaratıcı geliyor bana. Bunu da çok beğendim. Belki blog resmim yapabilirim.


Yarın bir gün iyi bir sanatçı olursa, tarihe not düşülsün;
Adımı sanımı bilmeden -benim biraz önce yukarıdaki resme yaptığım gibi- resmime bakıp "demek henüz öğrenciyken yaptığın o çalışma buydu, model kimdi peki?" dedirtemediğim için, seni reddettiğim güne lanet edeceğim.

Son olarak, tuval üzerine yapılmış her çalışmayı, film banyolarına yeğlerim. Bu fotoğraf çekmeyi sevmediğim anlamına gelmez ama.

İlk defa böyle bir yazı yazdım. Martılar falan..
Ağrım olmadığı zamanlar hastaneler çekilir oluyor. İnsanları izlemekten zevk alan biri olarak söylüyorum bunu. İnsanların bedenlerinin verdiği yorgunluğu yüzlerine yansıtışını inceliyorum doktor beni çağırana kadar.

Fakat bugün farklı bir şey oldu. Beni derinden etkileyen bir şey.
Van'da depremi yaşamış buradaki tanıdıklarına gelen bir aile vardı hemen yanımda. 3-4 yaşlarındaki torunlarını cildiyeciye getirmişler. Olağandır; sıra gelene kadar diğer bekleyenlerle sohbet etmek. Onu yapıyorlardı onlar da. Hastalardan biri o küçük çocuğa "deprem nasıldı" diye sordu. O an o küçük çocuğun gözlerindeki şaşkınlığı, ne olduğunu henüz bilmediği o korkuyu gördüm. Ellerini birbirine çarpıştırarak anlattığı "deprem" sırasını bekleyen diğer hastaların gözlerini ondan ayıramamasına neden oldu.

-Peki ya evinize ne oldu?

Yine ellerini vurarak tarif etti yaşadıklarını. Sonra "evimize gidelim" dedi dedesine. Mızmızlanacağını anlayan, soruyu soran o kadın, "biz de gideceğiz ama önce muayene olman gerek biraz daha beklemelisin" dedi.
1-2 dk bekleyen çocuk kadına "Sizde oyuncak var mı? Benim oyuncaklarım evimizde kaldı" dedi.
Kadın evlerinde oyuncak olduğunu onlara gidebileceğini, kendi çocuğunu göstererek beraber oynayabileceklerini söyledi.

Ah ya. Bir çocuğun yaşadıklarını anlatan en iyi cümlelerdendi. Gözlerim doldu, oradan ayrıldım.

Bir kaç tane çikolata ile döndüm. Sıralarının benden sonra olduğunu biliyordum. Çocuğa verdim birazını, yanaklarından öptüm ve ona daha güzel oyuncaklar alınacağını ama biraz zaman geçmesi gerektiğini söyledim. O an daha başka onun anlayabileceği şekilde nasıl konuşabilirdim bilmiyorum. Elimde kalan diğer çikolataları da soru soran kadının çocuğuna verdim. Adım okundu, sıram gelmişti, başını okşayıp doktorun odasına girdim.

Dilerim hayat o küçücük duygularını bir daha yerinden sallamaz çocuk..

25 Aralık 2011 Pazar

Mutsuzluk

Mutsuzluk;
..
diye başlansa da tanımı yapılamaz. Yaprak çıtırtısı bile yetebilir neden olmaya. Hoş, neden de aranmaz zaten. Kasım yağmuru ya da Eylül akşamına gerek yoktur. Mutsuzluktur, umudu yoktur, hepsi bu.

.
.
.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Bencil hiç

Adım atıyor.
-Başın dönüyorsa dahi, arkana bak.

Sahi Aruoba'nın dediği gibi; ne kadar oldu olmayalı?

Armudun sapı gibi olacak ama, Cansever'i de bambaşka seviyorum be.
"Kar yağacak bembeyaz olacak unutulmuşluğum."

En güzeli de şu:
"Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim."

Dilek gibi

Erken öleceğim. Bunu benliğimde hissediyorum. Midem de sürekli sinyal gönderiyor zaten.
Hani ben öldükten sonra kim arkamdan ağlar insan ne yapar diye düşünmüyorum. Olsa, sikimde değil. Yalnızca kendi varlığımı bulamadan, onu yaşayamadan öldüğüme üzülürüm.

7-8 aydır sirkülasyon halindeki rahatsızlığım 3 gündür "ben daha güçlüyüm" yargılarımın altında kalıyor.

Ya aslında ben başka bir şey söyleyecektim. Kendi rahatsızlığımı da hiç ciddiye almadım amınakoyim neden söyledim ki şimdi. Silmeyeceğim lan.
Beni siktir edin de, Neyse için iyi olmasını dileyelim hep birlikte.
Destek yollayalım akyuvarlarına. Komutanının beynini siksinler. Sonra o iyi olsun.

Not: Haksızlık ve nefret söz konusu olunca sürekli küfür ediyorum. Bak ya. Sonra okuyunca pisliğimden nefret ediyorum. Görmemezlikten gelseniz ya?
Kötü değilim. Gerçekliğim bu.

13 Aralık 2011 Salı

Blog olsun diye bıdıbıd

Bazen..

Bilgisayarsızlığın sonu gibi.
Ama okumak, her şey buradan geçiyor işte, okumak..

Ne diyelim, tüm iyi ki'lere, bu evdeyken, iyi ki.

Gökhanlarda, bir kaç satır karalamanın keyfi.
Keyif dediysek, öyle işte.

29 Kasım 2011 Salı

Dinlenme yeri

Dünya denen uçurumun eteğinde olmak gibiydi bir insana güvenmek; Son düşüşten önce bir dinlenme yeri.

Hepinizden vazgeçiyorum yeniden.
Ve biliyorum yine 'yeniden' bir umut, bir güven bir sevgi buldurmaya, oldurmaya çalışacağım boktan dünyama. Bir yerinden tutsun işte diyeceğim.

Karanlık bir zindan burası, mahkumluğunda ellerimi titreten.

-Renkler yok, şarkılar da.

Umarsızca kaçtığım insanlıktan nasibini almış bir hayal ile, tam da orada oturmuş kalemimin mürekkebi yalamasını izliyorum.
Vazgeçiyorum.

-Sesler de.


Karanlık bir orman burası.,En kuytu yalnızlığın köşesinde, büyütmeye çalıştığım onca şey'lerden vazgeçiyorum. Ağaçların canavarlara döndüğü bir ormanda, papatyaların sevmiyorlu kehanetlerde bulunduğu, kırmızı yalanı ısır diye ortalarda dolanan cadıların olduğu bir ormanda geleceksizlikten öte, yaşanmışlığa nankör, saçları inadına kızıl inadına kısa prensesler ile, sıska prenslerin bulunduğu, o mutlu masallarla alakası olmayan bir orman.
İnsanlık namına yaprak kalmayan bir orman.

Dayanabilirim, biliyorum.

Çünkü karanlıkta olsa, bir dinlenme yeri burası.

27 Kasım 2011 Pazar

23 Kasım 2011 Çarşamba

Beşikt'aşk

Maça gitmeyi o kadar özledim ki.

Kale arkasında, açıkta, kapalıda olup da bağıran biricik Beşiktaş taraftarı; sizi seviyorum, sizi seviyorum, sizi seviyorum.

http://www.youtube.com/watch?v=JNSJItfTBSw

Daha iyi bir hali vardı ama onu bulamadım. Buca maçında nasıl kaptırmıştım kendimi bu tezahüratta. Vizelere kafam girsin :/

Şaka maka da karşılıksız seviyorum bu takımı ben. Taraftarından olsa gerek. Bazen geçmiş maçları açıyorum, sonra tribünü izliyorum, gözlerim doluyor. "Nasıl bir sevgidir bu!" diyeceğim ama Beşiktaşlılar bilir.
Hastalık.. Tedavisi İnönü olan bir hastalık.

Seviyorum lan, özellikle o kale arkasını bir başka seviyorum. canınızı yerim olum sizin. Toraman sen de iyileş artık amk. bir bacağın bir burnun, özledim olum, o salına salına koşuşunu, o hafif uzun saçlarının ahenkle dans etmes...  Öhöm.

Neyse, ne diyorduk, Beşikt'aşk.. Başka bir sevgi bu..




Sevdalı yüreklerde beyaz sürgünler 
Halayla, türkülerle sevdi bu kalpler 
Yıldızlarlar tutuştu siyah beyazla 
Marşlarımız ağlasın kartal aşkıyla 
Beşiktaş seninle ölmeye geldik.. 
BEŞİKTAŞ 
Gücüne güç katmaya geldik, 
Formanda ter olmaya geldik, 
Beşiktaş seninle ölmeye geldik.. 
BEŞİKTAŞ 
Barbaros meydanında dün gibi sevdan, 
Derin bir nefes çektik abbasağadan, 
Bir umudum sensin anlıyormusun, 
Hayat yaşanmıyor senle olmadan, 
Beşiktaş seninle ölmeye geldik.. 
BEŞİKTAŞ 
Gücüne güç katmaya geldik, 
Formanda ter olmaya geldik 
Beşiktaş seninle ölmeye geldik.. 
BEŞİKTAŞ 




Not: O kadar koyu bir Beşiktaş taraftarı olmama rağmen bloğumda hiç bunu paylaşmadığımı farkettim. Ve birden kabaran Siyah-Beyaz tutkuma engel olamayıp yazıverdim. Aydınlatma babında.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Ağırlıkları atın düşüyoruz

İçimdeki amansız boşluğa çözüm bulamıyorum. Minimalist zamanlarımda daha baskın oluyor. Daha çok hissettiriyor düşüş kendini.

Gelemiyorum sahtekarlığa, egoistliğe, aptallığa, samimiyetsizliğe. Ayağa kalkıp da ses tellerimi kaybedene kadar çığlık atmak istiyorum. Kalabalığa ne kadar girersem gireyim, edilgen arkadaşlığı daim olan odamı seçmek daha makul oluyor her zaman. Bu duvarlar arasında, bu bilgisayarın karşında, elimde bir kahveyle buluyorum kendimi.

Çatışmalarım başlıyor. Kim olduğuma, evrenle olan ilişkime, insanlardaki seçimlerime, kendimin neresinde olduğuma dair. Sevmiyorum günümüz yaşantısını. Eller havaya insanları. Diyalogların yıpratıcılığını, tüketiciliğini vs sevmiyorum. Ama yaşadığım hayat bu. Bu nedenle konstantre olamıyorum kendi dünyama. Bokun içine gidiyorum daha, daha..

Neden böyleyim? Neden kurtulamıyorum mutlak kaçışımdan. Kaçamamaktan. Olamamaktan. Kaybolduğum bu yere mahkumluğumdan?

Bakıyorum hayatıma, güzel bir şarkı bile söyleyememişim birinin ardından. Vıcık vıcık küskünlük dolu etrafım. Elim kolum bağlı.
Her defasında aynı sorgular o her düşüşün sonlandığı yerde. Yorgun düşeyim diye mi iniyorum ben yere ?

Hayat beni nereye götürüyor, ne getiriyor ve benden ne kadarımı götürüyor? Bitişe yaklaşıyorum biliyorum.
Yorgunum. Daha bu kadar gelmişken yorgunum.Morfozun dediği bir söz var bir sohbetimiz sırasında söylemişti: bir zamanlar her şey olabilirdi hayat, şimdi ise her şey belli. Ne kadar doğruydu. Geciktiğimde anladım.

Şu derin boşluğuma, yalnızlığıma, bıkmışlığıma olabilecek mi yürümek çare?
Düşüyorum. Yeniden.

http://fizy.com/#s/3w9we6

30 Ekim 2011 Pazar

Beyaz Bayrak

..Dionysos ile oturuyoruz, sanatı köşeye koyduk. Bilincindeyiz, varoldurulan her şeyin yokoluşua hazır olması gerektiğinin. Çay kahve derken, bir haz belirginleştiriyoruz önce, görünüşlerde değil görünüşlerin ardında aramaya başlıyoruz. Burada da son buluyor işte her şey. Ardında..
Metafizik bir avuntu yerine, kabul.
Pes ediyorum.
İşte beyaz bayrak, tam da burada..

Beklentisiz Portakal

Evden çıkmamanın garipsenecek etkileri var düşünceler hatalar, getiriler götürüler..
İlk başlarda o güzel oda insanın kendi cenneti gibi gelse de ateşler belirmeye başlıyor bir süre sonra pencere kenarında. dışarıdan esen efil efil o rüzgar pek de umrunda olmuyor. Yalnız kalıyorsun, yalnız oluyorsun. Kavramlar oturuyor düşündükçe,yavaş yavaş zihninin sandalyelerine. Sıkıntılarının kendi beceriksizliklerinden ilerigelebileceğini anlıyorsun. Fiyaskolar geliyor aklına, şenlik tadında olan değerlerinin sonuçları. İçsel yolculukların gereği. Kemiriyor içini haliyle. Bazen içine düşmüş olduğun utanç çukuruna karşı kayıtsızlığın anlamsızlaşıyor insanların nezdinde. Neden-sonuçlarda cümleler değil yaşantılar kuruluyor, kurgulanıyor. İşte en çok da bu utandırıyor. Sıradanmış gibi ama sıradan olmayan paylaşımların yükümlülüğü.
Biri ötekinin kulağına, kulaktan öbür kulağa. Devirdaim içerisindeki içtensiz aktarım.
Halbuki kişi bilincinde. Demini almamış plavın yanına turşu kurma niyetinde olan insanların düzeysizliğe dğru rekabet ettiğinin. Bilincinde de işte.

Kabullenmek..
Tüm bunları önce kabulleniyorsun. Sonra o dipsiz kuyu rolünün gereğini yapıyor. Devamında yeniden gerçekçi gelmiyor insanlar.
Yeniden sevemediğini farkediyorsun. Özümseyemediğini.
Sonra kendi kabuğundan başka bir şeyler de ayırt edebilmeye başlıyorsun.
Sonrası saldırı, sonrası inkar, sonrası küfür.

9 Ekim 2011 Pazar

Oldurduk

Geçenler, geçemeyenler, geçilmeyenler yakanı bırakmıyor oldurduğun zamanda. Hayat, aslında biraz da ilişkilendirmekle ilgili kendinle olanları, kendine olanları. Tutkularımız biçemi bozuyor biz de izin veriyoruz.

Bazen dramı çokken direkteki karganın sesleriyle, tanıdık bir senfoni tutturmuş gidiyorken sonraki ışık direğine doğru; yabancılaşıyor bilindik hikayeler.

Bazense nedensiz.

Güzelyalı'da şeridin ortasında bulunan ağacın devrilmesinin rüzgarla ilişkili olmadığı gibi

Bazen nedensiz oluyor devrilmeler.

Sonuç olarak; hayat yapılandırmaya elverişli değil. Çoğu topraklarda verim yok. Yer yer bir kuyu bulma umuduyla kazıyoruz, bir damla su için tırnaklarımızın arası pislik doluyor, düzeysizliğe yol alıyoruz. Sonra bir solucan çıkıyor yaş topraktan, tiksiniyoruz. En az kendimizden tiksindiğimiz kadar tiksiniyoruz.
Nasılsa diğerlerinden daha fazla bir parçası değil hayatın pisliğimiz.

Ben kabullendim, sen de et.

o çocuk düşlerimiz yok artık

Boktan zamanlarda yalnız kalmayı kendime ağlamayı tercih etmişimdir bu zamana kadar.

Şimdi ise biri olsa, eş dost sevgili, sarılsam sımsıkı, sadece ağlasam. Hıçkıra hıçkıra ağlasam.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Yine sabahın boku çıktı, geceyi geçiriyoruz öyle.
Geceyi unutturmasın diye yalnızca Loreena'i not edebilirim buraya.
Bu kadının sesinde bir şeyler var, ne olduğunu bilmiyorum ama bir şey olduğunu biliyorum.

kitap oku, yazı yaz, ders çalış, düşün, hatta sadece bak. hepsini bu hatunun sesiyle yapabilirsiniz. 

Bize gelsin.






Allahım nasıl duygu yüklüyüm, nasıl dokunsan ağlayacak türde bir insan oldum bi' bilsen.
Nasıl sevgiye şefkate ihtiyacım var bi' bilsen..

Yani şimdi biri gelse sarılsa, öpse, se.. öhöm(!) hiçbişi demem. Valla demem.




İmza: Emi.






Not: şefkat başlığının altına kat şefi diye tanım yapan bir sözlük yazarıyım. Çok komiğim lan. Muhahahaha. Canımı yerim.


Bende kesin bipolar bozukluk var. Demedi demeyin!

2 Ekim 2011 Pazar

Bayan A

Kapı aralığına sıkışmıştı bay A.
Dün gece seviştiği o kadını hayallerinde ıskalamış olmanın verdiği buruklukla ilerledi salona. Muhtemelen ilk yudumunu aldığı viskiydi birazdan açacağı. Chivas Regal, tartışılmaz en güzeliydi. Sonra bir kadından çok sevdi viskiyi. Bir kadının ıslaklığından daha lezizdi yudumlar.

Iskalanmış hayaller, mutlu sonla bitiyor tesadüfler diyarında. Eh, alışkanlıktır adına tesadüf diyoruz. Aşkın bir türlü sevemediği, sevmiş gibi gösterildiği.

İlerledi Bay A. Önce öptü Bayan A'yı. Gözlerinden başladı sevişmeye. Sonra dudakları geldi, az daha indi, göğüslerindeydi. Engin yeşilliklerde uzanmış gibiydi ruhu. Biraz daha indi. Kuytuların en güzeli.. Yeşilin en güzeli. Sonra gök yüzüne çıktı Bay A. Kahverengi odanın krem penceresinden, atlayıverdi öylece. Yudum yudum, içine çeke çeke.

Iskalanmış hayallerin beyaz kadını. Subjektif betimlemelerin virgülüydü.

Yitik cümleler krallığında özneler arayan Bay A, gök kuşağından harfler içmeye başladı. Her harf aynı ismi oluşturuyordu. Her yol aynı kadına çıkıyordu. Her viski Chivas Regal tadı veriyordu.

Kapı tekmeleniyordu. Sanki tüm renkler bir şenliği kutlarcasına karışıma girmişlerdi en canlı tonlarda. Açmak istiyorlardı. İçeride olmak istiyorlardı.
Kapıya sıkışmıştı mutluluk, pencereyi kapattı, paspası çekti kapıya doğru yürüdü Bay A.
Kapıdaydı.
Kapı.
Ka.
K.
..

21 Eylül 2011 Çarşamba

Ben bilirim kendimi bilmesine de ya o

Kapıyı çarptıklarımın ardından düşünmek pek bana göre değil aslında. Tek suç fotoğraflarda(!)
Şu saate kadar içmiş olmamın verdiği bilinçle bulabiliyorum belki de sorabilecek hacet.
Sonunda, sorabiliyorum. Her duvara.
Bitti di mi dostum?
Hatta çoktan bitti de benim di mi anlamamakta bu kadar ısrar eden. Kanat çırpmaları düşününce en yüksek dağdan atlarken biz, belki de farketmiştim bitmeye yüz tuttuğunu? Ama benim farkedişim senin de farkındalığın değil miydi? Sen de farketmişsindir o vakit. Hep tüketene dönmedik mi yüzümüzü zaten..
Biliyorum dostum, biliyorum, vazgeçtin sen,
Kararlarım.. Kararlarımın suratına çarpasım geliyor.
Şimdi, ayrı düşmek varmış kaderde mi desek, hayır, ne olurdu demesek, diyemesek, dilimiz tutulaydı da, tıpkı eskisi gibi söyleyemesek. Söylemeyi ayıp saysak, yenilgi saysak, vazgeçilişlere inat saysak, yine., di mi ?

Her şey çok güzelken, derken, düştük mü ayrı gayrı. aynı sınıfta tanımadan. Tanımış saymadan. Ama düşündüğümde, sınıfa girerken baktığında, gözlerinin içinde, gözlerinin taa içinde, görüyorum.
sen de görüyor musun dostum? Görüyor da vazgeçemiyor musun yoksa, o, sonraki huzurdan ? İçin dışın his ve hislerine yenik onca sözle dolup taşıyor da korkuyor musun? Bu yüzden mi susuyorsun?

Yok, sus. Cevap verme.
Buymuş, yaşayacağız.

Ben de, biz de okuduk zamanında. Aşka dair, dostluğa dair, yitmeye dair, varolmanın dayanılmaz hafifliğine dair, çocukluğun avutuşuna dair, yaşamın asıl itibarı ile kaybetmek olduğuna dair..

Okumakla da kalmadık, bilenler bilir.


Yeniye muhtaçlık derken kalabalıklaştırmasak hani hata çizgilerini daha fazla ?
Bir formül sonucu karaladığım satırlar değil, öngörülerim, yaşadıklarımdan ortaya çıkmış değil. Öyle olsa dahi, açık olan kanalla denk değil hislerim, indirgemeyin..
Hoş, ne olacak ki şimdi anladığınızı farz edip üstünden rahatlamış bir vaziyette şöyle bir geçsem.
Dindirecek mi acımı ?

Hem benim acım sizin tatmininiz olacaksa, burada samimiyet nerede ?
Oynamayalım bu oyunu daha fazla. Hiçbirimiz masum değiliz.

Hadi, paylaşalım dünyaya ihanetlerimizin sorumluluğunu. Sonra kendi yüzümüze çarpalım. Onca yüze çarptığımız gibi.
Kendimize.
İçimize.
En içimize.

5 Eylül 2011 Pazartesi

28 Ağustos 2011 Pazar

Geleceğe dip not:
Alsancak bu gece başka güzeldi, üşüttü, sardı, öptü. Hayata dair ne kadar serzeniş varsa kıyıya vurdu hepsi. Biz de o engin mavilikte yüzdük.
O teknenin ucuna gidip sallandırmak vardı ayaklarımızı, sanki ayışığı yıllar sonra yakomaza çakmış gibiydi, öyle bir akşamdı, öyle bir sabah.
Çimlerde uzanırken gece bilmem kaçta, iliklerim titrese de aynı müziği duymak neşelendirdi saatleri.
Huzur gibiydi.
Uzun zamandı onu ilk görüşüm, kapıyı çalışı, benim karşılayaşım. Kayıptan sonra kapı nasıl açılır, hayatın bu noktasında nasıl durulur bilmiyordum.
Sadece ayağa kalktım..


Günü güzel kılana teşekkür edip, titremeleri yok sayıyorum.
Alsancak, Kordon, İzmir;
Koynunda uyumak hep güzel geldi bana.
Ciğerimdeki hastalığı görmedim, boğmadı nefes.
İzmir..
Ne de güzelsin bugün..
Ölümsüz gibi..
Tanrıçalar kıskanıyor gibi..
Duyuyorum.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

we come and go

Misan'ın gittiğini yeni öğreniyorum. Söylemek istemiş de anlamamışım.
Oysa yarım kalan viskimiz ve dansımız vardı.

Sessiz gitmesi karanlık renkler bıraktı bende. Bir daha göremezsem toz hakim olacak şarkılara. Eddie!
Malum, insan arınmak istemiyor yanılgısından. Olay samimiyette. Mantığın şeytani dürtülerine rağmen always samimiyet!
Eh bilirdik Misan, Tom Waits dinleyerek dans etmeyi. Ya da sabahın 4ünde haydi yürüyüşe diyip de ayaklarımız sudayken sabahlamayı. Yüzümüzü yalayan rüzgarı. Bildik Misan bildik. Samimiyettendik.

Çok anlam yüklememek gerek yazılanlara. Bilirsin Misan bilirsin.

Cohen eşliğinde dans teklif ediyorum sana, tutunası bir yanı var bu gidişin, düşmeyeceksin.
Belki gelirim demiştin ya, geleceksin. Sonra başlayacağız tutkulu anıların sessizliğini anlatmaya en ağrılı yanlarımızdan. Sonra yanağından öperken çevireceksin yüzünü yine. Bu sefer gülüp geçmeyecek zaman.

Sevişecek gece kıpkırmızı kırlarda. Masumiyet çalınacak, en ince notasından sevmelerin. 

Sonra gideceğiz bir yasak elmayı daha çürütmenin günahıyla. 
Engin mavilere yelken açacak adımlar. Bilirsin denizler hep bilgedir bu krallıklarda.
Yüzeceğiz yeniden.
Sonra yeniden gece olacak. 



Tez zamanda gel e mi!




12 Temmuz 2011 Salı

Doğduk gündük

Biz yaz çocukları biliyoruz yalnızlığı diye boşuna dememiştim zamanında. Seni çok sevdiğini söyleyen tüm insanların yüzeysel olmasının verdiği kaotik düşünce trenleri.
Demir yolları kırasım geliyor bugün.
Kimsenin gerçekliğini kabul edemiyorum. Ara ara sevmekten vazgeçsem insanları her şey daha gerçek olurdu sanırım.
Neyi önemsediğini bilememenin, bazense bilip de kabul edememenin paradoksluğu, gıdım gıdım doğruyor günleri.  Kaç benliğim var, hangisinde ne kadar varım bilmiyorum.

Doğum günü dileklerinin o yepyeni yarınlara hükmü olur mu ? Bunu insanlar bilmiyor.


Geleceğe hatırlatma babında 1: Misan ile sahilevlerindeydik. Deniz kenarına oturup viski içip sabahın 7sine kadar sohbet ettik. Hava aydınlanmasaydı iç çamaşırlarıyla denize girecektik. Olmayınca yarına erteledik.

Geleceğe hatırlatma babında 2: Hep yanımda olacak adamı, kirli sakallıyı, "sakalı kirli olanı" ...


En güzeli şu sanırım;
Doğum günüm kutlu olsun.

Otis Taylor'dan gelsin bize, -"gelişi güzel olsun diye gün."- ten million slaves.

1 Temmuz 2011 Cuma

Bugün kimseyi sevmiyorum.

Sevmek zorundaymışım gibi sanki.

15 Haziran 2011 Çarşamba

.. Ne renk olursa kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..

Can Yücel

10 Haziran 2011 Cuma

Ahmet

Doğruyu söylemek gerekirse Ahmet, anlamadığımı düşünmen gücüme gitmiyor ama, ama anlıyorum.
Anlatmaya yorgunluk bendeki.
Anlatmam bitti.
Anlatmam bitik.

Arındırmıyor zamanı piyano tuşları bilirim.
Anıların; malum acıların, başına açtığı belalardan da haberdarım.
Merak etme,
Sağırlığım kendi sesime.
-Kendi sesine sırtını dönmüş piyano.-
Avutan bir şeyler var elbet; ağaçlar, sessizce katlananlar, mavi ojeler..
Biliyorum Ahmet biliyorum.
Yüzün gözüme, sesin kulaklarıma çalındığından bu yana
Görüyorum,
Duyuyorum,
Tadıyorum.

-Bir de müzik dinleyelim...

6 Mayıs 2011 Cuma

ne varmış yani pense elmamı yediyse?

İlk tutkunu olduğum tatlı.
ilk ağzıma aldığım acı biber.
ilk yakışı canımı
ilk yakışlar
yakış
yak
ya..

Bir yerlerde birileri itiraf ediyor elbet, duyumsuyorum, hatta duyuyorum. diyor ki kalpsizim, kalbin ne anlama geldiğini başka bir biçimde bilen birine. Duyuyorum da pek manidar bulmuyorum. Seslerin zurnanın pırtı gibi farklı bir imgeleme denk geldiği kaotik bir kalabalıklaşmanın satırları olur şurada yazdıklarım anca. Ben de bir nevi gözlüklü izleyici konuya fransız. Anca ona yetebilirim, anca o kadarını duyurabilirim. Anca o kadar işte. Lakin gel gör ki durum hep bu, fransız veya italyan tanık oluyorum sürekli, istemediğim, gitmesini istemediğim yerlerde buluyorum zihnimi. Kaçıveriyor elimden, belki izin de veriyorum.

Fotoğraf çekmiyorum bu ara, resimlere olan inancımı yitirdim. Yani yitirmedim de her karenin paradoksluğu yoruyor kalbimi. Sanki o ses hep aynı: "isteniyorsun gel." "istenmiyorsun git, defol!" pek yüz göz olma alışkanlığım olmasa da seslerle duyuyorum. Güven telkin etmeseler de kulağımda işte.
Şu beyaz ojeli parmaklarımın klavyeye vuruşu ile ortaya çıkan semboller, onların bütünlüğü ve başkasına; sana uyandırdıkları.. sonra kavrayışım votka kadehini, dudaklarıma götürüşüm.
Hala merak ediyorum, evet, hala. Çizsem krokiyi, bakar mı, baksa da görür mü, görse ne görür..

Ne varmış yani pense elmamı yediyse! Neden çıkardın ki beni şu dünya saçmasından. Gel de gör halimi şimdi, kurtulamıyorum saçmadan, saçmalamaktan.. Ama ona da bedel biçtiler, kılıf diktiler. Bir şeyler diyorlar, diyorlar bir şeyler! Sonra söz bana düşüyor, alıyorum mikrofonu "ama" diyecek oluyorum, büyük görünüyorlar gözüme boyumu aşıyor her şey, sesim düğümleniyor boğazımda. Sessizlik hüküm sürüyor dünyamda böylece, her gün daha fazla..

Hadi! Daha fazla beklemeyelim, nolur. Gün geçtikçe kaybetmeyelim şimdiyi. Renksiz de çekilmezdi hani. Hani çekilmezdi renksiz, hani bensiz, hani.. Bir kerecik olsun dinle beni, en son ne zaman pişman oldun ki beni dinlediğine?? Ben biliyorum aslında ne zaman... Ama gel, gel de bu akşam unutalım, bu akşam beklemeyelim, sanki beklersek, sanki unutursak, sanki..

Sesim geliyor mu?
bir iki deneme bir iki üç..
Heyy!
Pişttt!
Ben aslında vardım.


It's dark in here, visions are flashing into my head
as I reminisce my reoccurring dreams and you said,
"I'm falling, falling for you babe , my feelings are getting stronger"
So why don't you stay with me for a little longer... 
Come here boy, come here boy...

bir sabah öylece..




Deniz koydum adını
Kederi bende kaldı
Uzak köyler kurdum birbirine
Denizine aldandım






Tabii ki sadece Deniz değil, hatta Yusuf ya da Mahir  ya da Hüseyin de değil, niceleri.. Niceleri için. Sadece bugün de değil. Farzediyorum ki '72 ama 6 Mayıs değil, 30 Mart değil..

Aşk olsun size..

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Bu ara her şeye takılıyorum. Obsesiflik aldı başını geldi de gidemedi.
Onca atlatımdan sonra tekrar çizgilere basamama, bardaktaki suyun, meyvesuyunun vs dibini içememe, yazım hataları, dahi anlamındaki -de'nin ayrı yazımına edindiğim tutum, devrik cümle kuran insanları siklememe bla bla.

Neyse'nin gitmesi; şurada onun artık yazmadığını bilmek bile inanılmayacak derecede canımı sıkıyor. Bir o kadar da üzüyor.
Okuyordum ben onu. Neyse ki romanı hala bende..
Umarım mutlusundur, mutlusunuzdur Neyse.

Not: Elif'i çok seviyorum.

1 Mayıs 2011 Pazar

01/05/2011

(Burası kendi isteğim üzerine silinmiştir)

Send a message.
01.18



Ekleme: Teyzem de geldi, gözleri şiş, ağlamış belli. Bugün yanına gelemedim komutan, kızma sakın dayanacak gücüm yoktu. Yine geleceğim ama yalnız. Konuşacağım uzun uzun. Bilmeyecek kimse. Ben, konuşacağım. Cevaplarına ihtiyacım var komutan. Cevaplarına..

Bu arada yıl 1977 diyim, 1 Mayıs diyim, sonra İşçi Bayramı diyim, kutlamak isteyen işçi sendikaları diyim bir de onlara izin vermeyen yürütme organları diyim..
Hayat işte,
Emek işte..

26 Nisan 2011 Salı

Gelişigüzel

Bazen bir mavi kadar yakın, bir mavi kadar uzak oluyor.

Çok çelişiyorum bu ara oldurabildiğim ben ile.
Bilmiyorum bildiremiyorum kayıp giden zamanda ellerimi, sözlerimi, esen onca düşüncemi. Devrik kuruyorum cümleleri. O özenerek seçtiğim onca harf, muntazam bir şekilde yerleştirdiğim onca kelime, uçup gidiyor saçlarımın her telinden. Değer yargılarım kırılıyor teker teker. Kendi ellerimle kendi elleriyle yıkılıyor.
Daha ağzımı açmadan bilmesi gerekmez mi cümlelerimin sırasını.
"O" neden aklıma geliyor her acabada. Bir dostu özler gibi, bir eşi özler gibi içim niye titriyor.
Sormadım; biliyorum.

Öyle ya da böyle devam ediyoruz işte bir şekilde herhangi bir yerde nefes alıp vermeye. O balçık nehrin üzerindeki pembe köprüde bir kız çocuğu hala ip atlıyor! Dağlar gecenin huzurundan içiyor, damla damla, kana kana. Dudaklarından süzülen huzursuzluksa içime doluyor. Yaşıyorum, bir yanım hala.
Elleri aksıyor zamanın, sigara içemez hale geliyor. Ciğerlerimi, benim ciğerlerimi! Ne de düşünür oysa.
Yansa bir duman, kavrulsa böyle cayır cayır, yanar bilirim.
Peki ya olmuyorsa? Oldurulacak güç yoksa? Geçemiyorsa rüzgar şu dağları ?
Düşüncenin içinde düşünce, zamanın içinde zaman, içimde içinde.


Seviyor adam, çok seviyor a kadın!
Çöz dişlerini de uyan, silkelen bi kendine gel bre!
Her şey düşteki gibi olmuyor, kabullenmek her şeyin başı. Yalnızlığı kalabalığı. Sindire sindire kabullenmek. 
Bir olmayı öğrenmeli insan. Ya da bırakacak, gidecek..


Oturuşunda yenilgi var kadın görmüyor musun! Hatırla, her an gözden kaybolabilir içinde olduğun gri sis.
O karşıdan gelen ihtiyar dondurmacı da son misafirin olmaz. Verme paranın tamamını, az bekle.
Şaşırtabildi seni bu hayat kabul et.
Kabullen artık kadın!
Kalbinde tedirgin küçük yavru köpeğin ürpertisi var.
Onca söz midende kurumuş kalmış da yabancılaşmış sana.
Onca benimseyiş bırakmış kendini bankta.
Hani mavi bir gökyüzü vardı a kadın, hani maviydi gezegen, mavi'ydin, mavi'ydi.


Yıldızlar masumiyetin, zekanın savunucusu hayali savaşından.
Yaşanmışın ardından, elinde kalan.


Silkelen Emi. Seç artık, gör artık, bil artık.

17 Nisan 2011 Pazar

Kimsecikler- Başıbozuk


Bir deli deryayım avuçlarım kanıyor,
Bir ateş içinde yüreğim yanıyor.




Batu'nun mp3ündeki, bilgisayarındaki, telefonundaki müziklerini seviyorum.


Bu arada Silence'a gitmeyeli de uzun zaman olmuş. Dün bizimki oradaydı gerçi, bu durumda ben de orada oluyorum sanırım. Ya da olmuyorumdur, bilemedim.

bir numero

O düşlediğin mavi yelkenlerin tenini okşayıp da avuttuğu yalnızlığın ürpertisinde bir rüyadasın
Çadırdan dörtgen bulutlarla beyazdan pamuk bir dünyada okyanusun sonsuzuna giden gemilerinde demir atmışsın. 
Belki de masum uyanacaksın sabaha. 
Kimbilebilir.
Kulaklarında bir erkek çocuğunun ninnisi.
Çiçekler fışkıracak pencerenden, caddelerden
Çiçek görünecek bu koca sonsuzdan boşluk.
Kırmızı, sarı, beyaz, mor;
Koklayacaksın.
Kötü anıların bir kilitli kasanın içinde sis olacak.
Dipte, en derinlerde gömülü.

Tek kalan sen, çöküşün yarası eli yüzü..
Kalan olacak sen.
Göreceksin ki, her şeye rağmen makul karşılayacak seni o "masum" suratlar
Affetmeyi öğreneceksin o vakit çocuk kahkahalarınla
Dokunduğun, dokunabildiğin her tenin serinliğinde ürperdikçe tüylerin daha da yakınlaşacaksın hafifliğe.
Öksüz bir kuşun tüyü gibi savrulacak varoluşun
Tüm nehirlerin zerafetiyle kıskandırdığı dağlarda zamansızlıklara açacaksın kollarını.
O mavi yelkenlerin tenini okşayıp da avuttuğu yokluğun ürpertisinde, unutuş iksirinin peşinde bir mavi korsan olacaksın. Kürek çekeceksin. Kılıcının parıltısında masal kuşlarının bir varmış'lı şarkılarını söylediği mavi bir korsan.
Kan tutmayacak ne kırmızı, ne yeşil, ne sarı. Bir çırpı da aşacaksın onca adaları, kapı eşiğinde ağlayan o küçük çocuğun zihninde çınlayacak. Eteklerin gözyaşlarına düşecek de gezeceksin cennet tenlerde. Kıvrımlarıyla yitişler yaratan o pembe dudaklardan düşeceksin. Ve bir çırpı da insan ayağı değmemiş koylarda nefesini bırakacaksın aniden.

Belki geriye kalan yalnızlığın olacak; sen de kalacak.
Özlemler diyarında boynu bükük,
Düğümünde boğaz..
Belki de usul usul anlatan gece düşlerini bir ak saçlı kadın kalacak geriye,
Omuzları yılmış
İçinde ince bir sızı..

4 Nisan 2011 Pazartesi

Marx'ın anısına

Karl Marx...
friedrich engels ile birlikte en ünlü eseri komünist manifesto'nun yazarı olan bu adam;
güzel insan, baba, lider, eş, dost, kalem... felsefe siteminin çimentosunu atmış adam.

karısına yazdıüı bir mektubu aktarmak istiyorum bugün.
buyrun
yaşayalım.

yürekten sevdiğim,
sana gene yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor, ya da bana karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum.
kısa süreli ayrılıklar iyi oluyor, çünkü hep bir arada olununca her şey hiç ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzemeye başlıyor. yan yana durduklarında kuleler bile cüceleşirken, alelade ve ufak tefek şeyler yakından bakınca kocamanlaşır. küçük tedirginlikler onlara yol açan nesneler göz önünden kaldırıldığında yok olabilir. yan yanalık dolayısıyla sıradanlaşan tutkularsa mesafenin büyüsüyle yeniden büyüyüp doğal boyutlarına dönerler. aşkım da öyle...

zamanın aşkımı tıpkı güneş ve yağmurun bitkileri büyüttüğü gibi büyütmüş olduğunu anlamam için senin bir an, sırf rüyada bile olsa, benden koparılman yetiyor. senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: o, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum çünkü içim tutkuyla doluyor. araştırma ve çağdaş eğitimin bizi kucağına attığı belirsizlikler ve bütün nesnel ve öznel izlenimlerimizde kusur bulmaya iten kuşkuculuk bizi küçük, zayıf ve mızmız kılıyor. ama aşk -feurbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proletaryaya aşk değil- sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor...
dünyada çok dişi var, kimileri de çok güzel ama ben, her bir hattı, hatta her bir kırışığı bana hayatımın en büyük ve en tatlı anılarını hatırlatan bir yüzü bir daha nerede bulabilirim? senin tatlı çehrende sonu gelmez acılarımı, yeri doldurulmaz kayıplarımı bile okuyabilir ve senin tatlı yüzünü öptüğümde acıyı öperim.
hoşçakal canım. seni ve çocukları binlerce kere öperim.
senin, karl


senin karl!
senin franz!
bizler sevmeyi bildiğimizi söylüyoruz bir de.. 2 kelime bile yetiyor bazen anlatmaya, anlamlandırmaya. 

31 Mart 2011 Perşembe

Hayatsal uzamın içinde şöyle bir dünya

Batu ile uyanmak kadar huzur verici bir şey yok bu aralar sanırım, sanırım, sanırım, mmmmm.
Neyse asıl konu bu değil zaten, uzun zaman sona yeniden yazımsamak. Ayrıyetten de mutluluğu anlatma çabası, çaba, çabala, çabalama..
Bugün Batu beni otobüse bindirdiğinde -o tıklım tıkış otobüse- içim daraldı yine, oflar poflar püfler sardı dört bir yanımı. İlerledikçe güzel olmaya başladı dışarısı, içerisi, içim.
Bir teyzenin saati sormasıyla başladı günün pozitifliği. Başladı derken, sabahın 7sine kadar pişti oynayan bizlerden kaynaklı gecikme dürtüsü söz konusu tabii. Bahsettiğim günün başlayış saati akşamüstü 4 5 suları. Henüz kahvaltılar bile edilmemiş. Sohbet falan derken teyze ile, inerken eşyaları taşımasında yardımcı oldum. Çok tatlı bir kadındı, iyi dileklerini yolladı ve indi. Ben aldım dilekleri, ilerledim. Yer boşaldı oraya oturdum. Yanımdaki teyze de PTT'yi sordu bana. İlk anlattım anlamadığını anladım "ben de o taraftan geçeceğim size gösteririm." dedim. Yol boyunca onunla sohbet ettik. İnternet yüzünden gidiyormuş PTT'ye. O sırada hamile bir kadın geldi ona yer verdim. 3'ümüz uzun uzun konuştuk. Hamile kadın da iyi dileklerini yolladı bana ve teyze ile indik otobüsten. PTTye kadar bıraktım onu. Bir sepet dolusu iyi dilek de ondan aldım. Mutluydum, inanılmaz derece mutluydum hem de. Batu'nun vermiş olduğu huzura hayat ekleme yapıyordu; oradan buradan. Yolumu teyzeyi bırakmak için uzatmıştım. Caddeye geçtim. Yaşlı bir teyze karşıdan karşıya geçmeye çalışıyordu. Ben kulağımdaki müzikle gayet uyum içerisinde arabaların arasından kıvrılıp gittim yanına. Tuttum elinden ona da gideceği yere kadar eşlik ettim. Evime yakınmış zaten. Bir sepet dolusu iyi dilek de o verdi. Evin önünde 2 amcaya denk geldim. Satılık ev arıyorlarmış, onlara da yardım ettikten sonra evimin kapısını açtım. 
Bu huzuru bilir misiniz ?
Fotoğraf makinamı aldım, pencereden bir kaç fotoğraf çektim. Güne hitaben, renkli film ile. Koyarsam buraya o fotoğrafları, o zaman bilirsiniz belki.
Sonra Gökçe aradı. Çok özlemiş beni. Kardeş gibi büyüdük onunla. Şimdi uzakta. O kadar özlüyorum ki onu. O da müstakbel kocasını anlattı bana. Kıskançlığına çare istedi. Bir kaç akıl verdim. Umarım kendine engel olabilir de boşa gerginlik çıkarmaya devam etmez :)
Peşinden Batu ile konuştuk. Gelene kadar yaptıklarımı anlatınca.. biz, biz mutluyuz sanırım, sanırım, sanırım, mmmm.
Peşinden Kadir mesaj attı, o da çok özlemiş beni, sonra Ece ile konuştuk.
Bugün ki özlenilmem bambaşka idi. Çünkü bizler canı sıkıldğında mesaj atan özledim diyen insanlar değildik. Cart curt mesajlaşan ya da araşan insanlar da değildik. Gerçekten özlenilince çalardı telefonlarımız. 
Bazı insanlar özlememek için yalnızlıklarını benimsemeye çalıştıkça, farklı yalnızlıkları oynamaya çalıştıkça ego çukurlarında nefes alamaz hale geliyorlar. Bazıları ise kuru kalabalık ile sandıkları tümsekten inmeye çabalarında oluyor.Bizler bu topluluğun dış çerçevesindeydik. Hiç kimse unutulmak istemiyor ama unutuş bir kültür oldu artık. Bir kere bu tüketim toplumu öncelikle kendi çocuklarını tüketiyor.
İnsan çaresiz?
İnsan umutsuz?
İnsan karamsar..
Bir çok çözüm bir çok çare bir çok seçenek var aslında. Her sokağa çıktığınızda herhangi birini görebilirsiniz, ama korkmadan yüzleşebilir misiniz en azından bir tanesiyle ? Bir yerinden tutabilir misiniz ?
Bugün ben...
Direniş devam ediyor.




Heee piştiye gelince, Batu, Kubi ve müstakbel karısı İrem oyunu baya ciddiye alıyorlarmış, yeniyim tabii, bilmiyorum. Bende de acemi şansı, istemsiz elimde kağıt tutmalar, son kalan maça 2'liyle puan kazandırmalar, peşinden Kubi'nin attıklarıyla Batu'nun piştileri falan. Olayın süregelişi şudur:
Kağıtlar henüz dağıtılıyor.
Batu: Hadi aşkım son maça 2liyle al bakalım şu puancıkları.
Emi dağıtılan kağıtları açar ve, maça 2'li yerde.
Batu: sevinmeler, tebrikler falan.

Henüz kağıtlar dağıtılıyor.
Batu: alır şimdi benim hayatım yerdekileri.
Kupa vale yerde.


Böyle böyle derken sabahın 7'sini buldu saat. Kubi ile İrem onlar kadar oyunu takip etmememe rağmen yenilmelerine sinir oldular tabii. Haklılar baya iddalıydılar :) Yer değiştirdiler, benim sevdiceğin uykusu geldi yensinler de mutlu olsunlar diye pişti verdik bol bol. Sonraki eli aldılar evet.




Gider ayak bugünlerime hitaben aforizma;
"Geçmişe baktığım vakit, boşa harcadığım tüm anları, yaşam hakkındaki bilgisizliğim yüzünden yanılmalarla, yanılgılarla, önemsiz işlerle yitirdiğim tüm anları düşündükçe bir kan damlası yüreğimi kaplıyor. En iyiye ulaşmak için değiştireceğim kendimi. Tüm umudum bundadır." Dostoyevski


Ben artık dota'ya kaçar. Gün gelecek. Batu ve Kubi'yi yeneceğim. Sözüm olsun ahanda şurada yazacağım o vakit.





27 Mart 2011 Pazar

Kim olduğumu merak ediyor musun?

Söylemediklerimi işitin lütfen!
Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.

Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve
Hiçbiri ben değilim...
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.

"Kendinden emin biri" dersiniz,
Sanki; güllük gülistanlık
Benim için herşey...
Adım güven belirtir,
Ve
Oyunumun adı;
"Ağırbaşlılık"tır.
İçimde ve dışımda denizler sakin,
Her şeyin kumandanı ben...
Kimseye gereksinme duymayan
Ben...
Fakat, inanmayın bana,
Lütfen!

Herşey dışta, düzgün ve cilalı
Hiç yıpranmayan, her zaman saklayan
O maske!
Altta ne güven ne de rahatlık...
Altta,
Karışıklık, korku ve yalnızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla.
Kimsenin bilmesini istemem...
Zayıf taraflarımı düşündükçe
Titrer ve sararırım...
Ya başkaları görürse iç dünyamı...
Gerçek ben ve yalnızlığımı!
İşte;
Maskelerimi onun için takarım...

Onun için, arkalarına saklanacak
Maskeler yaratırım...
Onlar;
Gösterişte kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim.
Beni korur, bakan gözlerden.

Beni olduğum gibi kabul edecek,
Sevecek
Bakışları bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben...
Ve
Ben bunu biliyorum.
Beni kendi maskelerimden kurtaracak,
Kurduğum hapishaneden kaçıracak
Diktiğim engellerden aşıracak,
Beni seven,
Beni anlayan
Bakışlar olacak.
Bana,
"Sen değerlisin" diyecek,
"Maskesizken daha bir insansın"
"Daha yakın, daha bir dostsun"
Diyecek bir bakışa
Beni gören bir bakışa
Muhtacım...

Benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır!
Uyarırım seni dost!
Uzun yıllar kendini yetersiz hissetmiş ben,
Sana kendini kolayca açamayacaktır.
Bütün gücümle tutunacağım maskelerime
Ne kadar sokulursan yakınıma,
O denli şiddetli geri iteceğim seni.

Kim olduğumu merak ediyor musun?
Hiç merak etme.
Ben, çevrendeki
Her erkek ve kadınım.
Maske takan her insanım.



Charles C. Finn



22 Mart 2011 Salı

"Tercihliksiz de bir tercihtir."
Camus













19 Mart; Hikomuza sevgiler. 

10 Mart 2011 Perşembe

Bugüne hitaben aforizmalarla


  • Bir çok insan düşündüğünü sanır, aslında yaptıkları sadece önyargılarını yeniden düzenlemektir.

William James

  • Sefalet içinde iken mutlu günleri hatırlamak kadar acı verici bir şey yoktur.
Bay Dante

  • Tünele girdiğinizde dikkat edin dostlarım, umut sandığınız ışık tren farı olabilir.
Benim ebedi aşkım; Bukowski

  • Bilmek ve hala bilmediğimizi düşünmek en yüce marifettir. Bilmemek ve buna rağmen bildiğimizi düşünmek bir hastalıktır.
Erich Fromm

  • Gidecek hiçbir yol yok. Her şey bu an'da... Bütün varoluş, bu an'da toplanmıştır. Bu an'ın içine sığar. Bütün varoluş, yaşadığın an'da akmaktadır. Hepsi bu...
Sevgili babacığım; Osho

  • Eğitim kafayı geliştirmek demektir belleği doldurmak değil.
Mark Twain

  •  Yaşasın basın özgürlüğü!
Bu da bir serzeniş; Emilia

Bir de şarkı...


Bir de biz şunu çok beğendik;

8 Mart 2011 Salı

Çocuklar hep gülsün, beyaz gülsün, bana gülsün!

Hazır sosyal mesaj vermişken, emek verdiğim bir başka kuruma da destek vermenizi istiyorum.
O hediyeleri açtıklarında, suratlarındaki gülümsemeyi gördükten sonra, mutluluk nedir sorusuna net bir cevabınız olacaktır. ışıl ışıl gözlerini, yaşama bir yerinden tutmuş küçücük parmakları gördükten sonra, nefesin değerini anlayacaksınız, o ellerden tutacaksınız..
Küçük Prensi çok seven biri, evet o. 3 boyutlusu çıktığı an ona almıştım. İlk hediyem olacaktı. Benden önce arkadaşları almış. Eş değer bir mutluluk ne olabilirdi diye düşündüm, bir "küçüğüm" vardı.(evet genelde kendi adım hariç çevremdekilerin adını yazıyorum, fakat onun adını yazmak istemiyorum, kesinlikle tutum meselesi, küçüğüm diye çıktı adı burada öyle olsun)  Aslında herhangi bir küçüğe vermeyi planlıyordum, İzmir'de karşıyakada lösev. Gittim, ablalarımla konuştum. Küçüğümle görüştüm. Küçük prensi okumamış. Benim gibi eksik olsun istemedim. Güzelcene de paketlemiştim. İçine de bir kaç satır karaladım. Yazılarımı okumayı çok sever, kitaptan önce onun mutluluğunu gördüm gözlerinde. Kitaba baktı. Baktı.. Okudu, gördü..
İşte o mutluluğa eş demiştim ya. Yanılmışım. Bu mutluluğun ne eşi ne benzeri var. Gözlerinde yaşam gördüm. Büyük adamların hikayesini okuyacaktı. Ondan uzun yıllar büyük olan adamların. Ben o yaşamı gördüm.
Siz hiç yaşam gördünüz mü ?
Ben dokundum, ılıktı. Maviydi, yeşildi, sarıydı.
Portakal rengiydi.
Son zamanlarda inandığım ne varsa kurudu belki. Ama küçüklere olan inancım hiç bitmeyecek.
+Hafta sonu geleceğim küçüğüm, annem sevdiğin pastadan da yapacak. Bekle beni, sakın..



"bu gece uyumadan önce elimi siz tutar mısınız"
sözüyle girdiler hayatlarımıza. Ufacık ellerini uzatırken, umuttan tutmak istediler.
5 dakikalık bir zaman sadece.
Çocuklar Hep Gülsün diyorsanız siz de..
http://www.losev.org.tr/






7 Mart 2011 Pazartesi

Bir çocuk gibi gülümse

Gülmek bile iş sayılıyor; gülmek bile ekonomik, politik bir olay. Gülmek bile sadece gülmek olmaktan çıktı. Tüm saflık yitirildi. Saf, içten, çocuksu bir kahkaha atamaz oldun. Ve eğer saf bir kahkaha atamıyorsan çok değerli bir şeyleri kaybediyorsun demektir. Bekaretini, saflığını, masumiyetini kaybediyorsun.

Küçük bir çocuğu izle; gülüşünü seyret - öylesine içtendir ki. Çocuk dünyaya geldiğinde öğrendiği ilk sosyal hareket - aslında "öğrendiği" dememek lazım, çünkü onu beraberinde getiriyor - gülümsemektir. İlk sosyal hareket. Gülümseyerek toplumun bir parçası haline gelir. Çok doğal, içten görünür. Bir anne çocuğunun gülümsediğini görünce müthiş sevinir - çünkü o gülümseme sağlık ve zeka işaretidir, çocuğun aptal veya özürlü olmadığını gösterir. O gülümseme çocuğun yaşayacağını, seveceğini, mutlu olacağını gösterir. Anne buna bayılır.

Gülümsemek ilk sosyal etkinliktir, ve temel sosyal etkinlik olarak kalmalıdır. İnsan tüm hayatı boyunca gülmeli. Her türlü durumda gülebilirsen, her şeyin üstesinden gelebilirsin - ve bu da seni olgunlaştırır. Sana ağlama demiyorum. Hatta, eğer gülemiyorsan ağlayamazsın da. İkisi beraber gider; aynı fenomene aittirler: doğru ve gerçek olmaya.

Gözyaşları kurumuş olan milyonlarca insan var; gözleri ışıltısını, derinliğini yitirmiş; gözpınarları kurumuş - çünkü ağlayamıyorlar, gözyaşı dökemiyorlar. Eğer gülme özürlüysen gözyaşı da üretemezsin. Ancak güzel gülen birisi güzel ağlayabilir. Ve eğer güzelce gülüp ağlayabiliyorsan yaşıyorsun demektir. Ölüler ne gülebilir ne de ağlar. Ölü birisi ciddidir. İzle: git bir cesede bak - ölüler senden çok daha ciddi durur. Ancak canlı birisi gülüp ağlayabilir.





OSHO

8 Mart

Evet yarın 8 Mart, kadınlar günü, kadınlarımızın günü.
Ben bugünde eş, sevgili, dost, "Anne" olabilmenin değerini bilmenin yanında diyorum ki, gelin siz de katılın bize. Kadınlarımız şiddet görmesin. Bugünde bir çiçek almak yerine kadınlarımıza, her gün saygı gösterin, boşverin çiçeği diyorum.

Siz de bir bakın, siz de bir kadına, kadınlığın ne demek olduğunu gösterin, elinden tutun, "ona çiçek alın";

http://www.morcati.org.tr/tr


Bir kadın olarak, kadın olabilmenin verdiği mutlulukla sesleniyorum; kadınlara, kadınlarımıza iyi bakın. Onlar aslında çok fazla bir şey istemiyorlar, biz aslında çok fazla bir şey istemiyoruz.. Bu ataerkil toplumun eşitsizliğinde bir insan olduğumuzu görmenizi istiyoruz. Sadece saygı gösterin bizlere. Çiçeklerimizi biz kendimizde yetiştirebiliriz, bir bekleyin elbet kokusunu sizler de çok seveceksiniz..

Kadınlar günün kutlu olsun anne,
Kadınlar günün kutlu olsun abla,
Kadınlar günün kutlu olsun teyze,
Kadınlar günün kutlu olsun hala, 
Kadınlar günün kutlu olsun dostum,
Kadınlar günün kutlu olsun arkadaşım..

Tüm kadınlarımızın, kadınlar günü kutlu olsun.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Tasarım hatası mutluluklar

Seviliyorum öyleyse varım demek seviyorum öyleyse var olurum demek isterdim .. Düşünmek yetmiyor demek isterdim. Yapmadık iş bırakmadan düşüncelerimde, yapmaya koyulmak isterdim. Aslında ben düşündüm düşüncelerimde; aşık oldum, aşık ettim, mutlu oldum, mutlu ettim. Bir nefes aldım, bir nefes de verdim.



Düşünceler karıştı zihnimin parlak köşelerinde, çeper çeper, duvar duvar gezindi, kan aktı, kanım aktı. Asılsız ihtimamlar süsledi, süslemiş gibi yaptı. bir miş daha koydu önüme. Meğer ben özel olmamaya çalışırken özel olmak istediğimi bilmiyor/muşum.


Herhangi biri rolünü oynarken bir başkasının hayatında, onun hayatı olmak. İstemedim ben, hiç istemedim. Ya da bu kadar basit bir herhangi biri olmak istemezdim. Ben Emi idim. Anladıkları kadardan fazlası yoktu. Ben'dim. Gecenin bir yarısı Kordon'da denize giren biriydim. Sabaha karşı yazlık sularında değil sadece, Alsancağın girişinde. Ben paçalarımdan su akarken otobüse binendim. O müziği duydurup kulaklarıma ritim tutandım, Bakanlara gülümseyen, o dershane köşesindeki şarapçı amcayla şişe tokuşturup "hayat" diyendim. Akordioncu sokak çocuğunu sabahın bir saatinde Sevinç'in önünden alıp kahvaltıya götürendim. Oyuncaklar alıp renkli ışıkları gökyüzüne tutmaya çalışandım. Yıldızları yakalayandım. Ben uçabilendim! 


Görülebildiği kadardım aslında..


Hiç deseydi mesela, kıytırık hayat yırtık pırtık, bana bir akordiyon sesi yeterdi elbiseler biçmeye.
Arızalar yumağı pasifist bir yaşamı uzattıkça, daha da çekiştirmekle ne geçer ki insanın eline?
Yapamadık.
Tasarım hatası mutsuz diyaloglara yoğunlaştık, kaçamadık kara trenden.
Olamadık. 

Uzun uzun anlatamam her şeyi .. Ben istememiştim hiçbir şeyi.
Gelenleri gidenleri ..
Hiç kimseyi istememiştim
Ben yalnızlığımda nefes alırken mutluydum ..
Neden geldiniz ?
Neden hala inatla geliyorsunuz?



Önünüzde hangisini çalacağınıza bir türlü karar veremediğiniz bir sürü nota var, bunlar ile ne kadar müzikal bir yaşantı olabilir sürdürdüğünüz ? Gelişiniz tam da bu yüzdendi işte. (Bir çoğunuzun)

Bilmemek, bilememek.

Yaşamadan, hayatın teorisini üreterek tüketmek elinizdeki zamanı, iyileştirebilir mi sandınız yaralarınızı ?
Sandınız mı sahi ?

Hiçbir hükmü olmadan onca yaşanılanlar ile varılabilir mi yepyeni yarınlara?

Yepyeni yarınların peşinde bir hükmü olur mu bugünün?

Koşulsuz düşünürüz de, koşulsuz sevebilir miyiz ?

Maki Asakawa'dan gelsin bize..






25 Şubat 2011 Cuma

Blog olsun diye 3

"Ne varsa hepsi içimde, kaçsam gitsem tam vakti...
Ben kendi kendime de büyürüm tamam belki biraz üşürüm..." Sunay Akın



"Ya siz ? Size duyduğum küçük sevgi başlangıcı için beni sevenler, hep uzaklaştım ben oradan, uzaya geçti gitti bende zira simanızdaki uzam. Onu sevdikçe, siz yoktunuz artık içimde .. " Rilke


Şuna da çok gülüyorum ben paylaşasım geldi.



Şunu da dinliyorum;




İşte böyle bir psikolojideyim bugün. Okul işim halloldu ona seviniyorum bir tek. Onun dışında her şey boş geliyor.
Biraz da E. Cansever okuyayım.


"Katilleri bilhassa ben"

Ben bi halt ettim ya du' bakalım

Önce şu okul işi, sonra ev işi...
Hayalleri benimseme hıçkırıklarındayken, korkutup duruyorlar beni. Resti çekiyorum. Belli düşünüyorlar. Ama ben onu istiyorum.
Ne garipler bu insanlar ne boşlar bu insanlar ne saçmalar bu insanlar ne boklar bu insanlar lar lar lar çokolar.

Ben bi halt ettim ya, du' bakalım. Umarım elime yüzüme bulaştırmam.
Güzel olsun her şey. Hayaldeki gibi olsun..
Annem de üzülmesin.

24 Şubat 2011 Perşembe

Dali


Salvodor Dali. Pablo halt etmiş demeyeceğim. Ama bu adamın eserlerinin bende bıraktığı etkiyi kelimelere dökemem. Nasıl bir düşünce, nasıl bir hayal kurgusu ?
Tam adı Salvador Domingo Jacinto Dali y Domenech. Evet adını ben de ilk duyduğumda kaç kişi lan bunlar demiştim. Sürrealist bir ressam olması eserlerini çerçevelettirip odama asacak kadar ileri boyuttaki hayranlığıma bir etken sanırım.










"Belleğin azmi" deyip de en iyi eserini vermiş 1931'de Dali, he bir de iç savaşın öngörüsü deyip "Haşlanmış Fasulyeli Yumuşak Yapı" koymuş başka bir eserinin adını on numara da bir eser olmuş o da, adlarına aldırmayın. Düşünce boyutu işte deyip geçin :) Amma velakin şu eseri var ya 1931 üzerinden 1931 puan verilir bu esere. 
-Verdim gitti.
Ben bana göre (:D) sağdakine kadın dedim, diğeri de erkek. Masa örtülerine dikkat! Ayrıca kadın da güneş var görüyor musunuz ? Peki ya arka taraf ? İçlerinde çöl mü var sizce ? " Beyaz masa örtüsü yorulmuş mu hesaplaşmalardan ?" 
Ben mavi de görüyorum orada. Orada hayat var işte, hayatlar. Tam beyinde. Tam burada işte!
Şu zamanki planlarımla örtüşüyor eser, aklıma gelişini seveyim!
Yatacağım birazdan, yarın Sedat'ı uyandıracağım. Belki de buna yatacağım. 


Bir sır vereyim mi ? Ben 2 gündür hedefler biçiyorum ya kendime içten içe hayal kuruyorum aslında. Ne zevkli şeymiş bu hayal, hele paylaşması.
Etrafımda gerçekleşmesi için çabalayan insanlar..


Neyse ne diyorduk, heh bu resim. Kasabalar koyuvermiş kendilerini terkedilmişliklerine bu resimde. Bir avuç kum kalmış geriye görüldüğü üzere, peki ya O'nun gerçekten boynu bükük mü? Hayır! Tenha meyhaneler var o karede içi avuntularla dolu. Görüyorsunuz değil mi ? Vazgeçmemiş "iki" yarının peşini kovalamaktan.
Gece susmuş orada. Sol omzunun altından yükselivermiş güneş. Boynu O'nun sol omzuna yatmış. Bunu görememiş olamazsınız! Susmuş kumun hışırtısı, hırıltısı.. Susmuş fikirler. Siyahlığıyla belli olan herhangi bir şey seslenmeye çalışmış kasvetlerinin rengine. Duymazdan gelmişler, izin vermemişler.
Bir kadeh daha koymuş adam beyaz örtülü masaya, Şenlik sesi yükselmiş kuru toprağın derinliklerinden, hayalet bir gemi geçmiş aynı toprağın üzerinden. Bulutlar susmuş, "iki"nin aynı yerine değen ışıklar konuşmuş. Birinin yüreğinden diğerinin yüreğine git gide büyüyen bir ses dalgası bu. 
Adam sussa, kadın mütemadiyen konuşmuş. Öyle olmalı.







Dali, Salvador.. Ona İspanyolca El Salvador adını takmışlar neden biliyor musunuz ? Çünkü "Kurtarıcı" demek. "Kurtarıcı!"

Aynı zamanda ölen kardeşinin ismi Salvador. Bunun üzerine şöyle bir cümlesi var ki nasıl bir ressam olduğunu, duygularının nasıl ilham verdiğini, parmaklarının nasıl çizdiğini betimler ve anlarsınız diye düşünüyorum: 
"Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım. Beni severken hala onu seviyorlardı aslında. Belki de benden çok onu..Babamın sevgisinin bu sınırları yaşamımın ilk günlerinde itibaren çok büyük bir yara oldu benim için."



Hadi uyudum ben gençlik, O'na uyudum. Omzuna uyudum. Omzunda uyudum.
Cibelle dinleyin şu yazımdan sonra. İyidir bu parça. Candır. Canandır. Esprimi de yaptım gitmeden. Ne hoşum.