29 Ekim 2013 Salı

geber mavi, geber!

zamanı var daha mevsimin
içindeki o mutluluk kıvılcımını uyandıran renkler arkanda kaldı
nasıl da heveslisin yalnızlığa körükle gitmeye
ellerini titreten yenilgilerin ardından
yoruldun da düşemedin mi o sevişilesi yere?
karanlığa mavi süren masum inlemelerin
hatırlatmıyor mu kırların pastelliğini
nedir bu ölüm tutkusu?
nedir ölümle bu samimiyet?
körolası gecelerin aksak yürüyüşleri mi itiyor seni tek başınalığa
nedir bu adını unuttuğun mutluluk tiyatrosunun sessizliği?
uyutuşu kendini,
unutturuşu.
sarılırken birilerine tedirgin olduğun hayat sahnesi mi
yoksa uçurtmanın gölgesinden firar ettiğin çocukluğun mu?
nedir bu mavinin soluğunun ötesindeki
cennetin kapısı çalınıyor da buyur eden mi olmuyor?
nedir bu mutlanmanın sevimsiz kaypaklığı?
umutlanmanın kısırlığı.
içini kavuran düşüşlerin ocakta yanışı cayır cayır?

seslerin cümbüşü kulaktan çalar kapıyı unutma
geçmenin en güzel yanıdır susmalar
sarıl tüm bu'nlara ve amalara.
biliyorsun içten içe,
içindeki o alev en çok sönmeye tutkun.
biliyorsun..
ertelenmiş yalnızlığın dibindedir şişe.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Geçiyordum

Kış geliyor, artık sık sık uğrarım buralara. İki damla yaş akıtırız beraber. Özleriz belki. Belki de hiç özlemeyiz. Hisseder miyiz be? Böyle hücresinden tut da iliklerine kadar? Hissediyor muyduk birbirimizi, bizi, anlayabiliyor muyduk? Sevebiliyor muyduk.. Sevişebiliyor muyduk.

Taa derinlerden gelen pürüzllü yaşantılarda esir oldum bunca zaman; ara ara. Ara ara yaşamayı severim ben. Ara ara çoğalmayı, karışmayı diğerlerine sonra siktirip gitmeyi. Sıkılmayı severim en çok. Konservatif çareler üretmeyi. Hapsetmeyi kendimi dibine, mantar tutmasını üstümün başımın. Huzursuzluğu da severim aslında. Bunca ay sevgili koynunda huzura bulansa da elim yüzüm burnum. Huzursuzluğu bir başka severim.

Zordu di mi diri bir enerji yumağı ile ayağa kalkmak. Koşmak ölesiye ufuklara doğru. Bazı sahneleri arşivlerden çıkarmak lazım lakin, sokağında yenilendiğimiz o eski lamba mesela. Hani en güzel mavilere tepesinden bakan, korkunun ve yaşama tutunma beceriksizliğinin üstesinden gelecek kadar özgüven içinde yaşadığımız o sahneyi. İnandığımız. İstediğimiz, ileri attığımız.

Çıkış var. Öteki tarafın esintisi boynumuzu yalayalı yıllar oldu.
İyi de neden ulaşamadık hala?
Ulaşamadım?
Çıktım da görmedim mi?
Randididon.
Sübolop lop.
Okuyor musun hala?

Löp löp etler de vardı be..

Geçtim ben.
N'aber?!

Not: Şen ola Forzaa şen olaaaa.
Koyduk mu???

8 Haziran 2013 Cumartesi

Marjinal bir yazı olsun istedim. Sevgilerimle, Çapulcu.

Yorgunum. 7 gündür Gündoğdu'daydım. Eve geldim bugün, öyle kötü hissediyorum ki kendimi orada olamadığım için. Eksiğim sanki. Biber gazı solumuş gibiyim. Bir kaç polis tarafından dövülmüş gibiyim. Eksiğim, eksik bıraktığım için eksiğim.

Ne yalan söyleyeyim 80 darbesine gittim geldim. Bizler o zamanları yaşayan anaların evlatlarıyız. "arkalarda dur" diyen annem, maskesini takıp da geldi her gün yanıma. Sütü, sirkeyi, talcid'i hazırlayıp çantama koydu. Diren dedi, içim yanıyor ama diren. 
Direndim.
Gazlara, eli sopalı ciğeri beş para etmez adamlara ya da "orantısız polise" karşı değil aslında, Ankara'da gözünü kaybeden kardeşimin haberine, Hatay'da, Taksim'de ölen Abdullah'ıma, Mehmet'ime ve faşizmin fiskesinden yaralanan tüm kardeşlerimin haberlerine karşı direndim. 
Yüreğim acıyor. Yalnızca haklarını savunan bunca insana yapılan şiddete hala duyarsız kalabilen insanlar yüzünden yüreğim acıyor!

Bir de "yol ver gidelim taksim'i ezelim" diyen topluluğun olması -halk demiyorum, diyemiyorum- ve buna sözde başbakan'ın kayıtsız kalması ne acıdır! Provokasyona gelmeyin diye günlerdir bir taraflarını yırtan bir adam böylesine ayrımı nasıl bu kadar rahat yapar? Neyin güveni bu?
Cevap gecikmiyor, köpekler korktuğu zaman havlarmış.
Anlıyorum..
Yıllardır bizi bize düşürdü, Kürt dedi, Ermeni dedi, Alevi dedi, Sünni dedi, bizi bizden etti. Nedeni açık. Biliyordu. Biz birleşince neler olacağını biliyordu.
"Biz barıştık.."
Günlerdir insanlar bunu söylüyor; "yaptığın en iyi şeydi rte bizi barıştırdın" 
Tüyleriniz diken diken olmadı mı?

80'lere gittim demiştim size. Sağcılarla solcuların birbirlerini öldürdükleri yıllara. Dili tutulası işkenceler yapıldığı o yıllara. Ben dün bu insanların yan yana yürüdüğüne tanık oldum. 
Ellerim titriyor, ne yalan söyleyeyim. 
Hayatımın bir döneminde nefret ettiğim bu düşünce sistemindeki insanlarla omuz omuza yürüdüm günlerdir. 
Gökkuşağı bayrağı altında toplanan insanları yadırgamayan gözlerle yürüdüm.
Herhangi bir topluluğa üye olmayan insanlarla yürüdüm.
Kürdüyle yürüdüm, Ermenisiyle yürüdüm, alevisiyle yürüdüm, sünnisiyle yürüdüm, seninle yürüdüm, ve seninle, ve seninle.

Velhasıl-ı kelam, sembolü ağaç olacak büyük bir koalisyonun temeli o gün Taksim'de bir avuç kişi tarafından atıldı. Gazladıkça, jopladıkça büyüdü bu hareket. Çığ oldu. İnsanlar evden işe işten eyleme rutinini tutturdu. 
Korkmadı.
Hükümetin esas aracı korkuydu yıllardır, fakat o günden beri Türk halkı ilk defa korkmadı.


Nazım'ın da dediği gibi;
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine!


Not: Bir kaç dostum kolun nasıl oldu diye yazıyor. Daha iyi. En azından biber gazı kapsülünün bıraktığı iz gidiyor yavaş yavaş. Onun dışında; direniyoruz işte.
Çok içimden geldi, şunu dinleseniz ya; Bir kırmızı gül dalı şimdi uzakta Okşar yanan alnını Nazım Ustanın

18 Nisan 2013 Perşembe

Bu sefer sağlam battım

Gözlerim, dudaklarım, ruhum...
Marissa Nadler çalıyor fonda. Yaşamak bugün zor, çok zor. sonsuz bir uykuya dalmak istiyorum. Parmak uçlarım zayıf. evreni sarıp sarmalayacak herhangi bir nedenim yok, böyle durumlarda annemi seçiyorum. Onun sevgisinin yükümlülüğü altında özgürce gidemiyorum. Belki de yalnızca tutanağım bu. Bilmiyorum
Ellerim titriyor. Göz kapaklarım donuk. Küçük bir kalıba bile sığmıyor yaşama hevesim. Bu şehirde başımı yaslayacak pis bir bank bile bulamıyorum. İnsanlar kalabalık bir çoğu temiz maskelerini takmış dolaşıyor. Bu samimiyetsizlik altında ağız tadıyla ölemiyorum bile. Oysa, oysa sürekli gidecektim. Bilmediğim o sokakların tükürülmüş kaldırımlarına oturup daha leş bir insan olmak için bir sigara daha yakacaktım.

Tükeniş devam ediyor..


Yalıtılmış herhangi bir ses uykularımla sevişmiyor artık. Tavanımda renkler yok. Zihnim çürük bir elma gibi. Elma sevmem ben.

Otobüsten indim. Kulağımda Famous Blue Raincoat çalıyor hala. Ayaklarımı sallandırdım denize doğru. Ve bir sigara, bir sigara daha. Denizin rengi mavi. Güneşin rengi mavi. Gemilerin rengi mavi. Tanrım. Her yer mavi.
Ölüyor muyum?
Gözlerimden akan yaşları sildim. Rüzgardan..

Alabildiğine karanlık içim ve varlığım hissedebildiğim tek şey. Iskalamış bunca yaşam kırıntısı, çırpınan bunca karınca..
Ben yine gittim en çürük yanından tuttum tabii. 
Telaş yok, yüzleşiyorum. Ellerim hala güçlü.

Dağıtmak güzel geliyor bana; bilincindeyim. Ağırlıkları atmaya hevesliyim önceki günden. Girdiğim bok çukurunun inanılmaz bir zerafeti var. Boynumdan çekiyor beni.
Toparlanmam gerekir belki de bu sefer. Gözardı etmem gerek. Fakat olmuyor. Aynı huzursuzlukta ve ebedi mutsuzlukta buluyorum kendimi yatakta, uyuyagitmek üzereyken..
Benim gibiler için bir sürü sıfatlar kullanıyorsunuz, biliyorum. Ama bu boktan evrenin bir yerinde var olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor bu.
Maalesef, varlık inkar edemiyor.
İtin beni, daha uzağa, daha karanlığa, daha soluğa itin beni.
Unuttuğunuz bazı kavramları unutamam ben, kafamın dağınıklığı bu yüzden.

Anlam.. Kaybolduğu gibi aniden belivereceğine dair küçücük bir inanç.. Orada bir yerde. Ayacıklarının hemen önünde.

Sevgilim yanılıyor.
Ne kadar onlinesam, o kadar yalnızım aslında..

2 Nisan 2013 Salı

Çık o ırmağın içinden!
Yeşertmeye çalıştığım bunca kavramı almadan
Çık!
Seni bekliyor karanlık kuytular,
anılarını boynundan asan
hıçkırık sesli yudumlar.
Çık!
Bırak da iki yaşlı yamacına otursun
Ve anlatsın tüm olup biteni.
Elleri kırışmadan,
nasıl kırışırmış bir insanın yüreği.
Çık da anlatsın.
Aydınlan güneşin portakal renkli huzurunda
Görmüyor musun?
Seni bekliyor kırlar ve sokaklar
En kirli ama en masum kokularıyla.
Akan o pis suyun sesi bir uyanıklık yapsın
alıp götürsün seni can bulan topraklara
Ya da, bir bulut okşayıversin saçlarını
Annenin dizinde uyan.
Dış kapının eşiğinde otur biraz,
dinlen bir nefes al.
Gör o cümbüşün ne kadar da soluk renkli olduğunu
Asfaltta pişen yumurtanın şenliğini kokla,
gülümsettiği onca çocuğun suratını düşünerek.

Fark etmiş olman lazım.
En boktan çukurdasın, en güzel yaz günlerinde bile
Üstün başın kir pas
Dizlerin ve dişlerin paramparça.
Çık.
Aklar düşen saçlarında, gamzeli bir kız çocuğu ip atlasın.
Aynaya bak.
Her bir yanından büzüşmüş tenin, kalbin ve hislerin
İsimler bir yabancı, uzak şehirlere göç eden.
Sesimi dinle!
Çık oradan!
Yalnızlığın çiçeği herkesden çok sevilirmiş.
Çık oradan.
Ama;
Ayağa kalk önce.

26 Mart 2013 Salı

Balon

Adam:
-Hissedebilmek.. Sanırım benim bugüne kadar tam olarak yenemediğim hisseteye karşı olan korkumun tesiri var üzerimde hala. Hep yanında olacağımı biliyorum sen beni kendimden kurtarmaya devam ettikçe. En güzel yanıysa sadece sarılıyor olman, hatta gözlerime bakıp gülümsüyor olman bile yetiyor içimdeki düşmanlarımı dizginlemeye.

Kadın:
-Boğazımıza kadar bok çukuruna batmışız sevgilim; ikimiz de. Düşüşlerindeki duraklar, beynini kemiren onca düşünce trenleri, ellerin.. O kadar tanıdık ki. Ruhu çürüyen bir insan ne kadar yeşerirse o kadar yanındayım, o kadar uzaklaştıracağım seni sen ve senlerden. Boktan bir hayat bu. Hiçbir anlamı yok derken ne kadar samimiydim bi' bilsen. Yaşatabilir miyim, mutlu edebilir miyim bilmiyorum. Ama seninle birlikte defalarca atlayabilirim o uçurumlarından. Dizlerim daha çok parçalanamaz zaten. Diyorum ya; keşke iyiliğe, her şeyin güzel gideceğin edair inancım olsaydı da senin de damarlarından verebilseydim. Lanet güzellikler bizimle değil. Evet. Ama huzur. Yanındayken huzurlu olmak istiyorum. Yaşatabildiğim tek duyguyu. Ölüm gibi. Tanrım. Huzur.

Adam:
-Mutluluk diye kendimi parçalamıyorum. Zaten mutluluk kelimesinin kendisine de inanmıyorum. Gerçekten de yaralarımızdan tanımışız birbirimizi. Hayatın bir anlamı olmasına gerek yok. Her şeyin iyi olacağına inanmamıza da gerek yok. Güzelliklerse bizimle veya değil; görmek istediğimiz şekle bürünecek onlar, evet buna eminim! Birlikte yaratacağız güzellikleri. Ölüm.. Köşelerden bakıp bana iş atmaktan başka bir şey yapmıyor. Huzur.. Senin koynuna, kokuna hapsedeceğim onu. Benim inanacağım tek cennet tenin olacak.


şeklinde balonlar.

Oysa hep yanında olmayacaktı. O da biliyordu. Sadece söylemek istiyordu. İstemek. Her şey bu kelimenin ardında.
Sevişmeler, eller, kokular, o sarıp sarmaladığınız mutluluklar bile. Son bulduğu yerde.
Ardında.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Alsancak

Alsancak bugün sesli
Çocuk cıvıltısız, tınısı kaotik
Gençler kahkahalar atıyor
Yan masadaki kadın 
Bacaklarını okşuyor.

Alsancak bugün yorgun
Çiçekçi teyze güllerini soluyor
Güller soluk, dikenleri sivri.
Kemancı amca şarkılarını kemiriyor
Şarkıların kalbi duruk, elleri titrek.

Kırılgan masum bir ışık
Bostanlıdan yükseliyor
Saçmasapan bir gece 
Öyle ki,
Beyaz gecelikle örtülü. 
Bir kadın var.
Endişeli.
Kaybolmuş ve karanlık.
Bir de yalnızlığının köşesinde asılı kalmış hayalleri..
Adamda bilmezden gelen bir huzur var
Adından bir adım geri
Karanlıktan bozma saydam bir hücresi
Tavanında hiç.
Elleri güzellikler sarıyor griyle karışık,
Gri, ellerini uyuşturuyor.
Alevi yeşil.
Gülümsüyor sonra
Bıyıkları kulaklarına uzanıyor
Adamın kafası duman
Dumanı ıssız.
Kadının arabada tacizkar acısından bir kırıntı var
Yüzü buram buram alkol
Alkolün acısı mavi.
Mavinin sonu ölüm.
Ölümden sonra her şey huzur.
Aşırı hıza kaçıp
Zamandan kopmak istiyor kadın
Yolları parçalamak.
Ama önce bir kere öpmeli diyor.
Sonra doya doya ölmeli.
Ölümden sonra yine huzur
Ah,
huzur..

Alsancak bugün topuklu sesleriyle dolu.
Kadının ruju kırmızı.
Kırmızısı kasıklarında.
Öyle bir kırmızı.
Gönlünde kor. Mahalleler yangın.
Elinde kalan yalnızca;
Uzayın derinliklerinde ince bir sızı.
Kalbi ritmini bozmuş.

Bir fırsatını bulup da yağar yağmur
Huzur vadilerinin kalbine.
Önce ellerini ıslatır.
Sonra kırmızı rujlu dudaklarını.
Sonra kalbini ıslatır.
Hiç ıslanmamamış gibi sanki..

Kapat gözlerini.
Rüzgarı boynunda hisset.
Yalasın geçsin tüm geçmişi.
Başlangıcını ve sonunu bilmeden
Gün doğumuyla örtülü sesin
Geceyi notasız çalsın.
Derin bir nefes al.
Ve kendini içime serp.
Düşlerini çöz
Uyan!
Biliyorsun..
Bir yerden
Ama bir şekilde
Yeniden başlamalısın.
Kapat gözlerini..
Ellerini bana ver.
Sonra dudaklarını.
Sonra boynunu
Ve kokunu sür ruhuma.
Bir ihtimal ol;
Soluk yaşama ihtimalimi
canlı tutan
..

3 Şubat 2013 Pazar

Günöncesi


Öncelikle bu;



3. sezon finalini bu şarkıyla yapmışlar. Harika bir cover olmuş bence. Hatta ileri gidip Neil Young'tan daha iyi yapmışlar diyorum. Yine harika bir final olmuş önceki sezonlar gibi. Evet şu an 5. sezonda dizi, ben biraz geç başladım..
Neyse Sons Of Anarchy'den bahsetmek için gelmedim buraya tabii ki. Şarkı.. Ah bu şarkı.. 

Sert bir havada içini yumuşatan bir şarkı bu. Yazları pek sevmem ben zaten. Hep kış insanı olduğumu düşündüm bu zamana kadar. Üşümek terlemekten daha samimi geliyor bana. Fakat, artık daha bi zamansız hissediyorum kendimi. Önceden bunca saçmalığın içinde anca kendi varlığımdan güç alarak daha anlamlı hale getirirdim bunca şeyi ve hayatı. Bir zaman gelecekti. Biliyor ve hissediyordum. Bu boş inanç can yakıyor lakin. Tutumsuzluğumdan ileri gelen bunca bunaltı erteleri hayal kırıklığı olarak kalıyor. Çoğu zaman alkol avuntularıma sığınıyorum. Olmuyor tabii. Çıkışı göremiyorum. Esinti yok. İnandığım onca şey içimi boşaltıyor. Duygularım ve mantığım arasında kaosa sürükleniyorum. Beynim 5 parası olmayan Osmanlı gibi. 

Korkuyorum. Tüm bu mantık silsilesi içerisinde ileride hissizleşmekten öyle korkuyorum ki. Tanrım.. Heyecanlarım var benim. Hislerimi sıcak tutan taze kokulu heyecanlarım.. Hatırladıkça yavaşladığımı görüyorum. Bir kaç sene öncesinde kışın bu soğuğunda göbeği açık gezerdim. Kimsesiz bir cafenin seyirlik balkonunda okuma saatlerim vardı uzun uzun. Bir bardak sütsüz  filtre kahve, kültablada sönmeyen sigaram. Heveslerim vardı benim.
Öyle korkuyorum ki, gülümseyerek bir şey söyleyemeyecek olmaktan. Sıradanlığın hafifliğine kendimi bırakmak istiyorum, pamuk yükü bir mutlulukla yollara adapte olmak istiyorum.
Nafile bir çaba tabii. Olmuyor.
Sanki yaşı ilerledikçe suskunlaşıyor insan.
Oysa, gençliğimden başka verecek neyim vardı ki..


25 Ocak 2013 Cuma

aklı yüz karış havada olanlara içelim
elimi tut, biraz olsun serinlet cehennemimi
yorgunum
kanatlarının çırpıntısında dinleneyim biraz
biraz gel bana
biraz öp
biraz sev beni
ve bir bahar gününe kadeh kaldıralım.
gülümse bana,
ayaklarım pamukcuk bassın
seyreduralım kederimizin o eşsiz zerafetini
ağlayan o ürkek kızın yanaklarından öpelim
senden sigara isteyen o amcayı teselli edelim kuşların cıvıltısıyla
ve bir sigara yakalım, sevişmezden evvel
bulutlardan bozma o yatağa uzanalım
şarap lekelerine karışalım ve başka diyarlarda açalım gözlerimizi
kırlara açılan şehrimin maviye çalan sokaklarını
renklere boğalım düğüm düğüm
boş ver kim ne derse desin
hislerin en güçlü dayanağın senin.
sarhoş gezelim bunca kalabalığın içinde
hem, kim bilir,
belki şarkılar söylerim sana
ayacıklarının altına serin suları seren şarkılar
belki de
takılıverirsin dikenlerime de düşersin o lanet boşluğa
seni de köreltirim belki
ve yanarım ben!
yerin en dibinde, acımasızların en acınası olarak!
yanarım!

hava ne kadar da güzeldi oysa
bakışlarımız birleşecekti evrende
milyonlarca yıl önce terk edilmiş bu soluk gezegenin
tenha caddelerinde huzura koyacaktık başımızı
bir alış gelecekti ileriki zamanlardan
kavrayacaktı belimizden
ki ne kavramak!
bu insanların unuttuğu
onca kavrama hayat verecektik
olmadı
..


burada.

24 Ocak 2013 Perşembe

Uğurlar Olsun



Yazacak şok şey var. Boğazımda bir düğüm, anlatamıyorum.
Sitem ediyorum, çığlık atıyorum.. Çünkü bugün öldürülüşünün 20. yılı ve katillerin hala ortalarda dolaşıyor.
"insanlık?" diyor boş bırakıyorum.

Ölümün içimde hala yaradır, uğurlar olsun güzel insan..

Boş Mezar



Hayatın ne kadar aşağılık olduğunun farkındayım. Dayatılanla yaşamak diye bir sorumluluk yüklediler omuzlarıma. Yaşama konusundaki becereksizliğime rağmen küçük yaşama heveslerimi bir kenara koyup imgeleri, sözcükleri o uzun cümleleri de sevgiyle, tek tek öperek bir köşeye kaldırıyorum. Elimde küçücük bir odada kaybolmuş, yapayalnız bir velet kalıyor. Yapayalnız hissediyorum kendimi, hüzün çöküyor en ağrılı zamanlarıma, alabildiğince derin bir hüzün.

Asıl mesele şu, bu küçük numaraları yapmadığım zamanlar ben kimim? Duyular sokağında terkedilmiş, realistliğin rüzgarlı duvarlarında dişleri soğuktan birbirine vuran çelimsiz bir çocuk. Hüzünün notaları altında uyumaya çalışan, ekmeğini düşlemden dilenmeye mecbur zavallı bir yetim. Evet, insanlıklarını yitirmiş onca insanın sonucunda kimsesiz kalmayı yeğleyen beş para etmez bir yetimim. Varlığım herhangi bir sokakta herhangi bir parkta uzanmış kendini izliyor. Aranızda yaşamak istemiyorum ve bu döngüden kurtuluşum yok..

Ne zaman son bulacak bu yollar, sefaletimin elinden tutupta oraya buraya sürüklediğim bu lambası bozuk sokaklar, soğuktan titreyerek büzülüp kaldığım, gecenin leş ellerini üzerimdeki elbisede hissettiğim  o merdivenler..

Bazı şeyler var derimin altında. İyi şeyler. Mutlu şeyler. Hissediyorum. Onları düşünmek bile sevinçten ağlatır beni bazen. Gel gör ki rüzgar sokaklarda kol geziyor, yapraklar en güzel kaldırımlara dökülüyor. Önüme baktığımda ufuk, yukarıya kaldırdığımda başımı yıldızlar.. Hiçbiri bana hiçbir anlam ifade etmiyor. Tüm bunların ortasında bir ben kalıyorum, hiçbir sonsuzun evlat edinmediği, hiçbir umudun oyunlarına almadığı, gerçekliği yüzünden yüzüstü bırakılmış küçük, kirli bir çocuk. 

Öyle üşüyorum ki.. Yalnızlıktan yorulduğumu hissediyorum bazı zamanlar. Ama tek dayanağım, sevgilim, dostum da o. Bitkinim. İnsanlardan sıkıldım. Öyle sıkıldım ki midem bulanıyor. Sevmesinler istiyorum, alışmasınlar. Gelip geçeyim, adımdan başka bir şey bırakmayayım istiyorum. Mümkün olmuyor.

Ey rüzgar! Kapımdan içeri sız, beni kokusunu bilmediğim bir kasabaya götür. 
Kasabada sessizlik olsun. Beşiğimi ve tatlı tatlı uyutan o ninniyi ver bana.

...


yine o şarkı.

21 Ocak 2013 Pazartesi

güne binaen

O kadar şanslıyım ki harika dostluklarım da oldu, iki yüzlü dostluklarım da..
İnsanların ne kadar pislikleşebileceğini gördüm ve ne kadar kolay vazgeçilebileceğini öğrendim.
Bir insanın karakterinin ne kadar değişebileceğini anladım ve güvenmeden önce kaç kere düşünülmesi gerektiğini..
Tüm pisliklere, en içten teşekkürlerimle.




Not: İnsanoğludur arkadan konuşur tamam da bir zamanlar en yakınım dediğinin arkasından da yalan yanlış şeyler söylenmez. Bir insan öz saygısını bu denli bozmaz. 
Karakteri zayıf, ruhu zayıf insanlar.
Ölsenize.

20 Ocak 2013 Pazar

mavi mavi gülüver şimdi

Olup bitenden sorumlu birini aramıyorum. Gecemin koynuna girivermesin hüzün sinsi sinsi. Ensesine şaplağı atarım. Acımam.
Neyse,
Boş bir imge gibi rüyasız yaptım geceni, benimse güzellik mavim maskara oldu.
Kim olduğunu söyleyesin bile kalmadı son söyleyişlerden sonra, sesin tükendi, sesin cılız, sesin suskun.
Düşünsene!
Ya çok derinlerde bir yerde kavrarsa adlandırılamazın kaybını ellerimiz ?
Susmalara bağırmaz mıyız o zaman!
Oluşun muhteşem zerafetiyle "işteşleşirse" sen ve ben ?
Çığlıklarımız takdirimiz olmaz mı o vakit!
Adı ne olursa olsun,adlandırılmış, adlandırılamamış, ne olursa olsun masumiyet kalsın sana yabancı ben'in..
Ah..
Bir ellerini tutsam sevgili ellerin hayal, ellerin mavi, ellerin düş.
Bir ellerini bıraksam ellerin hüzün, ellerin sarı, ellerin düşüş.
Oysa seni düşünmek zorlaştırmayacak şu bitip bitip başlamaktan bıkmayan günlerimi; Vazgeçmeyeceğim.
Özgürlükler isteyecek burnum,kulaklarım,gözlerim,ağzım ve midem. Kelebekler salıvereceğim.
Seni arayıp da haberdar etmek isteyip fakat başaramayacağım zamanım olmayacak, gülümsemendeki kırışmalarda çocukluğuma rastlayacağım yıllar boyu.
Yaşlanacağız tek kürek bir sandalla o mavi denizin arasında
..

Belki de boynu bükük bineceğim o otobüse..


Hadi! ellerini aç şimdi, avuçların boş olsun, yer olsun gönlüme.


Farid Farjad kemanı ağlatıyorsa, Fariborz Lachini piyanoyu ağlatıyorsa, Adam Hurst da çelloyu ağlatıyor arkadaş.


Aralık, 2010

19 Ocak 2013 Cumartesi

Ne Olur Geri Dönme!




Önce Taksim'deydi. Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'nde pek de ortalıkta olmayan duvarlarda gördüm:
"Ne olur geri dönme!"
Sonra Nişantaşı'nda gördüm aynısını. En afilli duvarı bile acısıyla tarumar edecek kadar acayip bir cümle gibiydi:
"Ne olur geri dönme!"
Büyük harflerle, şehre sığamayan büyüklükte.
"Buralarda bir çocuk herhalde" dedim. "Kendi kendine çekmek istiyor acısını ve söylüyor bunu şehirde yürümekte olan sevgilisine."
Sonra işler değişti. Maslak'ta, ki uzaktır Nişantaşı'na, oto sanayiinin duvarında gördüm aynı yazıyı, aynı harfler, aynı yazımla:
"Ne olur geri dönme!" 
Ne oluyor? Biri, bir genç adam muhakkak, şehrin duvarlarına kaydetmeye mi karar verdi acısını? Şehrin duvarlarını çize çize mi katlanıyor yalnızlığa? Çünkü sadece Avrupa yakasında değil, Anadolu yakasında da:
"Ne olur geri dönme!"
Büyük harflerle, kendine sığmayan büyüklükte...
Alışır insan. Alıştığı, alışmaya başladığı anı da bilir üstelik. Gidenin yokluğuna alışmaya başladığını, bir hastalığın nekahet dönemine girdiğini bildiğin gibi bilirsin. Ve ondan sonra esecek bir rüzgâr, çalacak bir telefon, gecenin bir yarısı pişman olmuş biri beliriverdiğinde kapıda... En baştan, ta en baştan başlamak zorunda kalırsın hummaya. O yüzden işte, bir gün bir anda artık istemez olursun, geri gelmesini hiç istemez olursun. Giden bir kere gitmiştir çünkü. Bir kere giden ne kadar geri gelse gelmez. Gelişi bir türlü dikiş tutturamaz. Bu yüzden içinden, çok içinden yalvarmaya başlarsın:
"Ne olur geri dönme!"
Artık geri dönme...
İtalo Calvino'nun bir hikâyesidir. Âşık olduğu sevgilisinin her anını fotoğraflamaya karar verir adam. Giderek bir saplantıya dönüşür bu. O kadar çok fotoğraf çekmeye başlar ki, sonunda kadın bıkar ve gider. Bu kez adam, kadının yokluğunun fotoğrafını çekmeye başlar. Kadın "her yerde olmadığı" için her şeyin ve her yerin fotoğrafını çekmeye başlar adam, her anın fotoğrafını. Giderek kadının yokluğu, var olan her şeye yayılmaya başlar böylece. Onun gibi bir şey işte. O yüzden bir genç adam da elinde kara bir boyayla dolaşıyor İstanbul'da bugünlerde. Her yere yazıyor:
"Ne olur geri dönme!"
Belki önce kızın geçme ihtimali olan yerlere yazıyor. Sonra biraz düşününce başka yerlere. Sonra geceleri aklına geliyor kızın şehrin herhangi bir yerinde, orasında ya da burasında olabileceği, şuraya ya da buraya işinin düşebileceğini. Gidip oralara da yazıyor:
"Ne olur geri dönme!"
Bunun ne acıklı olduğunu, ne korkunç bir alışmak olduğunu biliyor adam. Peki kadın biliyor mu? Adamın nasıl bir isyan ve inatla ağulu aşkı başından kovmaya çalıştığını? Geri dönse adamın yeniden bütün şehri dolaşacağını... Bütün şehri dolaşıp tek tek o yazıların üzerini daha da kara bir boyayla kapatmaya çalışacağını... Hayatın maskarası olduğunu düşünüp düşünüp enayiliğine ağlayacağını... Şimdi, bugün, hayatın karşısında böyle maskara olmamak için bağıra bağıra yazdığını o cümleyi:
"Ne olur geri dönme!"
Ve bunun dünyanın en güçlü geri dön çağrısı olduğunu...
İstanbul'da genç bir erkek, bugün, delirircesine istiyor bir kadının geri dönmesini. Şehir duvarlarının manşetlerine taşıyor bunu. O adama işte, kolay gelsin diyorum...


Ece Temelkuran
Milliyet, 2007

16 Ocak 2013 Çarşamba

şeklinde trenler

maviye çaldım odamı sesim sızladı
adem'in ahı tuttu yasaklı meyveler çürüyüp gitti avuçlarımızda
en kuytu yalnızlıkların silik ışığı çaldı masumiyetimizi
sarhoşluğuma boğdum kırgınlıklarımı
ve tüm kırgınlıklarımızın belini kırdım tek tek.
içimizi kemiren kayboluşlarımızı
nane tadında bir dumanla örttüm.
çığlıkların balkonunda avuttum sonra, mutluluk iksirini
dünyanın en dibinde pis, çamur, rengi bulanık yerdeki çakıl taşlarını dinlendiren
ateş toprak çöküverdi üzerimize
geriye bırakmadı kırıntıdan bir umut..
cehennemin  en dibine gönderdiğim o kalpler
takılı kaldı boğazımda
gidip annemin eteğine kapandım
arınacağım diye berrak sudan medet umarak..
ziftten sular bastı zihnimi
kontrolümü nasıl kaybettiğimi izledim
ve benim nasıl izlediğimi
ve nasıl göründüğümüzü o son bir damla bulutta
..

gece çökerken bir şehrin hayatı ne kadar farklıysa
gecenin çökmesini seyreden bir kadının ruhu da o kadar farklıdır.
belirsiz, alegorik varlığımız
ve bir midyenin içinde can bulduğuna inandığım varlığım
koşarken katran sarısı patikalarda
defalarca anlatılmış boktan hikayeler gibiyim
üstelik ete kemiğe bürünecek kadar boktan anlatılmış.
şu dünya
şunca dünya,
kirli bir kitabın kirli bir bölümünün başlangıcından ibaret anca.
romana tam oturmamış, üstüne bol gelmiş bir hikaye bizimki
tutunabildik şimdiye kadar bir şekilde
fakat
anlamıyorum
ben ve benlerin,
bu hayatla işi ne?
..

burada.

15 Ocak 2013 Salı

The Lovely Bones







"My name is Salmon. Like the fish. First name Susie, I was fourteen years old when I was murdered on December 6th, 1973.
I was here for a moment, and then I was gone.
I wish you all a long and happy life"

"Soyadım Salmon. Balık adı gibi. Adım Susie. 6 Aralık 1973'te öldürüldüğüm zaman 14 yaşındaydım.
Bir süre buralardaydım, ve sonra aranızdan ayrıldım.
Hepinize uzun ve mutlu bir hayat dilerim."

Büdüt: İzleyin. Çok şey kazanmazsınız belki ama eminim aynı şeyi hissedersiniz.


12 Ocak 2013 Cumartesi

Bir başınasın farkındayım gök kuşağı
mavileşen hayatı taçlandırdığın taht ürkek
ve titrek yaşanmışlıkların çocukluk hayallerinde
günlerin peşine takılmış serinliğin
yanıtsız korkuların eteklerini çekiştiriyor.
kimin ne bok olduğunu biliyorsun
biliyorsun da 
arındırmıyor seni parmak uçlarındaki kızgınlık
sokaklar boş beleş
yüzleri asık erkekler ve çirkin kızlar dolu
işte bilmiyor kimse kıymetini 
o cümbüşün rüyasının.
temiz bir iş çıkarmak zor
parmaklarını uzatıp açamazsın o kapıyı
ıslanır unuttukların göz yaşı fırtınalarında
ve uykunun hafifliğinde dağılır
o şeytani fısıltılar, acımasızca kulağına gelen.
gelişigüzel günlerde uçar sabahlara farkındalıklar
odalarda hapis kirletilmeye yüz tutmuş 
o beyaz çarşaflar..
ve geriye adının kaldığı yaşanmışlıklar.
kokusu arsız, buram buram.
biliyorum gök kuşağı
bir başınasın.
hiç olmadığın kadar yalnızsın ve de.
yalnızsın.

hediyesi bu.



9 Ocak 2013 Çarşamba

1 Ocak 2013 Salı

Cengiz şöyle yazmıştı bir keresinde; hala sevdiğiyle sevişemeyenler var. Kırın zincirlerinizi.

Hepsi bu kadar. Belki bir kaç kadehten sonra buraya yazarım.