25 Ocak 2013 Cuma

aklı yüz karış havada olanlara içelim
elimi tut, biraz olsun serinlet cehennemimi
yorgunum
kanatlarının çırpıntısında dinleneyim biraz
biraz gel bana
biraz öp
biraz sev beni
ve bir bahar gününe kadeh kaldıralım.
gülümse bana,
ayaklarım pamukcuk bassın
seyreduralım kederimizin o eşsiz zerafetini
ağlayan o ürkek kızın yanaklarından öpelim
senden sigara isteyen o amcayı teselli edelim kuşların cıvıltısıyla
ve bir sigara yakalım, sevişmezden evvel
bulutlardan bozma o yatağa uzanalım
şarap lekelerine karışalım ve başka diyarlarda açalım gözlerimizi
kırlara açılan şehrimin maviye çalan sokaklarını
renklere boğalım düğüm düğüm
boş ver kim ne derse desin
hislerin en güçlü dayanağın senin.
sarhoş gezelim bunca kalabalığın içinde
hem, kim bilir,
belki şarkılar söylerim sana
ayacıklarının altına serin suları seren şarkılar
belki de
takılıverirsin dikenlerime de düşersin o lanet boşluğa
seni de köreltirim belki
ve yanarım ben!
yerin en dibinde, acımasızların en acınası olarak!
yanarım!

hava ne kadar da güzeldi oysa
bakışlarımız birleşecekti evrende
milyonlarca yıl önce terk edilmiş bu soluk gezegenin
tenha caddelerinde huzura koyacaktık başımızı
bir alış gelecekti ileriki zamanlardan
kavrayacaktı belimizden
ki ne kavramak!
bu insanların unuttuğu
onca kavrama hayat verecektik
olmadı
..


burada.

24 Ocak 2013 Perşembe

Uğurlar Olsun



Yazacak şok şey var. Boğazımda bir düğüm, anlatamıyorum.
Sitem ediyorum, çığlık atıyorum.. Çünkü bugün öldürülüşünün 20. yılı ve katillerin hala ortalarda dolaşıyor.
"insanlık?" diyor boş bırakıyorum.

Ölümün içimde hala yaradır, uğurlar olsun güzel insan..

Boş Mezar



Hayatın ne kadar aşağılık olduğunun farkındayım. Dayatılanla yaşamak diye bir sorumluluk yüklediler omuzlarıma. Yaşama konusundaki becereksizliğime rağmen küçük yaşama heveslerimi bir kenara koyup imgeleri, sözcükleri o uzun cümleleri de sevgiyle, tek tek öperek bir köşeye kaldırıyorum. Elimde küçücük bir odada kaybolmuş, yapayalnız bir velet kalıyor. Yapayalnız hissediyorum kendimi, hüzün çöküyor en ağrılı zamanlarıma, alabildiğince derin bir hüzün.

Asıl mesele şu, bu küçük numaraları yapmadığım zamanlar ben kimim? Duyular sokağında terkedilmiş, realistliğin rüzgarlı duvarlarında dişleri soğuktan birbirine vuran çelimsiz bir çocuk. Hüzünün notaları altında uyumaya çalışan, ekmeğini düşlemden dilenmeye mecbur zavallı bir yetim. Evet, insanlıklarını yitirmiş onca insanın sonucunda kimsesiz kalmayı yeğleyen beş para etmez bir yetimim. Varlığım herhangi bir sokakta herhangi bir parkta uzanmış kendini izliyor. Aranızda yaşamak istemiyorum ve bu döngüden kurtuluşum yok..

Ne zaman son bulacak bu yollar, sefaletimin elinden tutupta oraya buraya sürüklediğim bu lambası bozuk sokaklar, soğuktan titreyerek büzülüp kaldığım, gecenin leş ellerini üzerimdeki elbisede hissettiğim  o merdivenler..

Bazı şeyler var derimin altında. İyi şeyler. Mutlu şeyler. Hissediyorum. Onları düşünmek bile sevinçten ağlatır beni bazen. Gel gör ki rüzgar sokaklarda kol geziyor, yapraklar en güzel kaldırımlara dökülüyor. Önüme baktığımda ufuk, yukarıya kaldırdığımda başımı yıldızlar.. Hiçbiri bana hiçbir anlam ifade etmiyor. Tüm bunların ortasında bir ben kalıyorum, hiçbir sonsuzun evlat edinmediği, hiçbir umudun oyunlarına almadığı, gerçekliği yüzünden yüzüstü bırakılmış küçük, kirli bir çocuk. 

Öyle üşüyorum ki.. Yalnızlıktan yorulduğumu hissediyorum bazı zamanlar. Ama tek dayanağım, sevgilim, dostum da o. Bitkinim. İnsanlardan sıkıldım. Öyle sıkıldım ki midem bulanıyor. Sevmesinler istiyorum, alışmasınlar. Gelip geçeyim, adımdan başka bir şey bırakmayayım istiyorum. Mümkün olmuyor.

Ey rüzgar! Kapımdan içeri sız, beni kokusunu bilmediğim bir kasabaya götür. 
Kasabada sessizlik olsun. Beşiğimi ve tatlı tatlı uyutan o ninniyi ver bana.

...


yine o şarkı.

21 Ocak 2013 Pazartesi

güne binaen

O kadar şanslıyım ki harika dostluklarım da oldu, iki yüzlü dostluklarım da..
İnsanların ne kadar pislikleşebileceğini gördüm ve ne kadar kolay vazgeçilebileceğini öğrendim.
Bir insanın karakterinin ne kadar değişebileceğini anladım ve güvenmeden önce kaç kere düşünülmesi gerektiğini..
Tüm pisliklere, en içten teşekkürlerimle.




Not: İnsanoğludur arkadan konuşur tamam da bir zamanlar en yakınım dediğinin arkasından da yalan yanlış şeyler söylenmez. Bir insan öz saygısını bu denli bozmaz. 
Karakteri zayıf, ruhu zayıf insanlar.
Ölsenize.

20 Ocak 2013 Pazar

mavi mavi gülüver şimdi

Olup bitenden sorumlu birini aramıyorum. Gecemin koynuna girivermesin hüzün sinsi sinsi. Ensesine şaplağı atarım. Acımam.
Neyse,
Boş bir imge gibi rüyasız yaptım geceni, benimse güzellik mavim maskara oldu.
Kim olduğunu söyleyesin bile kalmadı son söyleyişlerden sonra, sesin tükendi, sesin cılız, sesin suskun.
Düşünsene!
Ya çok derinlerde bir yerde kavrarsa adlandırılamazın kaybını ellerimiz ?
Susmalara bağırmaz mıyız o zaman!
Oluşun muhteşem zerafetiyle "işteşleşirse" sen ve ben ?
Çığlıklarımız takdirimiz olmaz mı o vakit!
Adı ne olursa olsun,adlandırılmış, adlandırılamamış, ne olursa olsun masumiyet kalsın sana yabancı ben'in..
Ah..
Bir ellerini tutsam sevgili ellerin hayal, ellerin mavi, ellerin düş.
Bir ellerini bıraksam ellerin hüzün, ellerin sarı, ellerin düşüş.
Oysa seni düşünmek zorlaştırmayacak şu bitip bitip başlamaktan bıkmayan günlerimi; Vazgeçmeyeceğim.
Özgürlükler isteyecek burnum,kulaklarım,gözlerim,ağzım ve midem. Kelebekler salıvereceğim.
Seni arayıp da haberdar etmek isteyip fakat başaramayacağım zamanım olmayacak, gülümsemendeki kırışmalarda çocukluğuma rastlayacağım yıllar boyu.
Yaşlanacağız tek kürek bir sandalla o mavi denizin arasında
..

Belki de boynu bükük bineceğim o otobüse..


Hadi! ellerini aç şimdi, avuçların boş olsun, yer olsun gönlüme.


Farid Farjad kemanı ağlatıyorsa, Fariborz Lachini piyanoyu ağlatıyorsa, Adam Hurst da çelloyu ağlatıyor arkadaş.


Aralık, 2010

19 Ocak 2013 Cumartesi

Ne Olur Geri Dönme!




Önce Taksim'deydi. Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'nde pek de ortalıkta olmayan duvarlarda gördüm:
"Ne olur geri dönme!"
Sonra Nişantaşı'nda gördüm aynısını. En afilli duvarı bile acısıyla tarumar edecek kadar acayip bir cümle gibiydi:
"Ne olur geri dönme!"
Büyük harflerle, şehre sığamayan büyüklükte.
"Buralarda bir çocuk herhalde" dedim. "Kendi kendine çekmek istiyor acısını ve söylüyor bunu şehirde yürümekte olan sevgilisine."
Sonra işler değişti. Maslak'ta, ki uzaktır Nişantaşı'na, oto sanayiinin duvarında gördüm aynı yazıyı, aynı harfler, aynı yazımla:
"Ne olur geri dönme!" 
Ne oluyor? Biri, bir genç adam muhakkak, şehrin duvarlarına kaydetmeye mi karar verdi acısını? Şehrin duvarlarını çize çize mi katlanıyor yalnızlığa? Çünkü sadece Avrupa yakasında değil, Anadolu yakasında da:
"Ne olur geri dönme!"
Büyük harflerle, kendine sığmayan büyüklükte...
Alışır insan. Alıştığı, alışmaya başladığı anı da bilir üstelik. Gidenin yokluğuna alışmaya başladığını, bir hastalığın nekahet dönemine girdiğini bildiğin gibi bilirsin. Ve ondan sonra esecek bir rüzgâr, çalacak bir telefon, gecenin bir yarısı pişman olmuş biri beliriverdiğinde kapıda... En baştan, ta en baştan başlamak zorunda kalırsın hummaya. O yüzden işte, bir gün bir anda artık istemez olursun, geri gelmesini hiç istemez olursun. Giden bir kere gitmiştir çünkü. Bir kere giden ne kadar geri gelse gelmez. Gelişi bir türlü dikiş tutturamaz. Bu yüzden içinden, çok içinden yalvarmaya başlarsın:
"Ne olur geri dönme!"
Artık geri dönme...
İtalo Calvino'nun bir hikâyesidir. Âşık olduğu sevgilisinin her anını fotoğraflamaya karar verir adam. Giderek bir saplantıya dönüşür bu. O kadar çok fotoğraf çekmeye başlar ki, sonunda kadın bıkar ve gider. Bu kez adam, kadının yokluğunun fotoğrafını çekmeye başlar. Kadın "her yerde olmadığı" için her şeyin ve her yerin fotoğrafını çekmeye başlar adam, her anın fotoğrafını. Giderek kadının yokluğu, var olan her şeye yayılmaya başlar böylece. Onun gibi bir şey işte. O yüzden bir genç adam da elinde kara bir boyayla dolaşıyor İstanbul'da bugünlerde. Her yere yazıyor:
"Ne olur geri dönme!"
Belki önce kızın geçme ihtimali olan yerlere yazıyor. Sonra biraz düşününce başka yerlere. Sonra geceleri aklına geliyor kızın şehrin herhangi bir yerinde, orasında ya da burasında olabileceği, şuraya ya da buraya işinin düşebileceğini. Gidip oralara da yazıyor:
"Ne olur geri dönme!"
Bunun ne acıklı olduğunu, ne korkunç bir alışmak olduğunu biliyor adam. Peki kadın biliyor mu? Adamın nasıl bir isyan ve inatla ağulu aşkı başından kovmaya çalıştığını? Geri dönse adamın yeniden bütün şehri dolaşacağını... Bütün şehri dolaşıp tek tek o yazıların üzerini daha da kara bir boyayla kapatmaya çalışacağını... Hayatın maskarası olduğunu düşünüp düşünüp enayiliğine ağlayacağını... Şimdi, bugün, hayatın karşısında böyle maskara olmamak için bağıra bağıra yazdığını o cümleyi:
"Ne olur geri dönme!"
Ve bunun dünyanın en güçlü geri dön çağrısı olduğunu...
İstanbul'da genç bir erkek, bugün, delirircesine istiyor bir kadının geri dönmesini. Şehir duvarlarının manşetlerine taşıyor bunu. O adama işte, kolay gelsin diyorum...


Ece Temelkuran
Milliyet, 2007

16 Ocak 2013 Çarşamba

şeklinde trenler

maviye çaldım odamı sesim sızladı
adem'in ahı tuttu yasaklı meyveler çürüyüp gitti avuçlarımızda
en kuytu yalnızlıkların silik ışığı çaldı masumiyetimizi
sarhoşluğuma boğdum kırgınlıklarımı
ve tüm kırgınlıklarımızın belini kırdım tek tek.
içimizi kemiren kayboluşlarımızı
nane tadında bir dumanla örttüm.
çığlıkların balkonunda avuttum sonra, mutluluk iksirini
dünyanın en dibinde pis, çamur, rengi bulanık yerdeki çakıl taşlarını dinlendiren
ateş toprak çöküverdi üzerimize
geriye bırakmadı kırıntıdan bir umut..
cehennemin  en dibine gönderdiğim o kalpler
takılı kaldı boğazımda
gidip annemin eteğine kapandım
arınacağım diye berrak sudan medet umarak..
ziftten sular bastı zihnimi
kontrolümü nasıl kaybettiğimi izledim
ve benim nasıl izlediğimi
ve nasıl göründüğümüzü o son bir damla bulutta
..

gece çökerken bir şehrin hayatı ne kadar farklıysa
gecenin çökmesini seyreden bir kadının ruhu da o kadar farklıdır.
belirsiz, alegorik varlığımız
ve bir midyenin içinde can bulduğuna inandığım varlığım
koşarken katran sarısı patikalarda
defalarca anlatılmış boktan hikayeler gibiyim
üstelik ete kemiğe bürünecek kadar boktan anlatılmış.
şu dünya
şunca dünya,
kirli bir kitabın kirli bir bölümünün başlangıcından ibaret anca.
romana tam oturmamış, üstüne bol gelmiş bir hikaye bizimki
tutunabildik şimdiye kadar bir şekilde
fakat
anlamıyorum
ben ve benlerin,
bu hayatla işi ne?
..

burada.

15 Ocak 2013 Salı

The Lovely Bones







"My name is Salmon. Like the fish. First name Susie, I was fourteen years old when I was murdered on December 6th, 1973.
I was here for a moment, and then I was gone.
I wish you all a long and happy life"

"Soyadım Salmon. Balık adı gibi. Adım Susie. 6 Aralık 1973'te öldürüldüğüm zaman 14 yaşındaydım.
Bir süre buralardaydım, ve sonra aranızdan ayrıldım.
Hepinize uzun ve mutlu bir hayat dilerim."

Büdüt: İzleyin. Çok şey kazanmazsınız belki ama eminim aynı şeyi hissedersiniz.


12 Ocak 2013 Cumartesi

Bir başınasın farkındayım gök kuşağı
mavileşen hayatı taçlandırdığın taht ürkek
ve titrek yaşanmışlıkların çocukluk hayallerinde
günlerin peşine takılmış serinliğin
yanıtsız korkuların eteklerini çekiştiriyor.
kimin ne bok olduğunu biliyorsun
biliyorsun da 
arındırmıyor seni parmak uçlarındaki kızgınlık
sokaklar boş beleş
yüzleri asık erkekler ve çirkin kızlar dolu
işte bilmiyor kimse kıymetini 
o cümbüşün rüyasının.
temiz bir iş çıkarmak zor
parmaklarını uzatıp açamazsın o kapıyı
ıslanır unuttukların göz yaşı fırtınalarında
ve uykunun hafifliğinde dağılır
o şeytani fısıltılar, acımasızca kulağına gelen.
gelişigüzel günlerde uçar sabahlara farkındalıklar
odalarda hapis kirletilmeye yüz tutmuş 
o beyaz çarşaflar..
ve geriye adının kaldığı yaşanmışlıklar.
kokusu arsız, buram buram.
biliyorum gök kuşağı
bir başınasın.
hiç olmadığın kadar yalnızsın ve de.
yalnızsın.

hediyesi bu.



9 Ocak 2013 Çarşamba

1 Ocak 2013 Salı

Cengiz şöyle yazmıştı bir keresinde; hala sevdiğiyle sevişemeyenler var. Kırın zincirlerinizi.

Hepsi bu kadar. Belki bir kaç kadehten sonra buraya yazarım.