29 Mayıs 2012 Salı

Maalesef ki olmuyor

Bazı zamanlar vardır, seçebileceğiniz hiçbir kelime tam gelmez. İşte böyle zamanlarda beynimi elime alıp parçalayabilme gibi bir imkanım olsa kesinlikle yapardım dişlerimi bunca sıkacağıma. İçimde bir yerde gerçekten nefret ediyorum insan ırkından. Bazen ben bile şaşırıyorum kendime. Bu kadar nefret, tiksinme duygusu ve mide bulandırıcı bunca şey. Saymaya başladıkça o kadar çok neden nasıl bulabiliyorum? Neden sevemiyorum sizi ve neden daha tanımadan hepinizden nefret ediyorum?
Burada hiç beceriye eremeyen sevgiler var çünkü. Ve maalesef ki hiçbir zaman bir araya gelmeyecek burada varolarak durmaksızın ayırdıklarım/ız. Hiçbir mevsim işe yaramıyor! Ölmekte olsam yaşamak için bahane demezdim hiçkimseye ve hiçbir şeye. Hiçbir şey bu kahrolası düşünceme ip sallandırmazdı. Burada başarabildiğim hiçbir bok yok. Zaten çığlık atsam da yüksek mertebelerdeki melekler birbirini becermekten duymayacaklar sesimi. "Kes sesini!" diyorum bu yüzden kendime; Kes!! Zaten duymayacaklar! Böyle tutabiliyorum ancak kendimi ve yutkunuyorum kuş ıslığını  karanlık hıçkırıklarımın.
Önceleri böyle miydi?
Ne de yeşermeye hazırdı onca çayır. Ne çok tohum dökecektik toprağa. Görseniz, ne verim ama!
Hey gidi çocukluk! Geçmiş gitmişten fazlası varken figürlerinin ardında ve gelecek yokken önümüzde! Hey gidi çocukluk! Büyümeye ne de can atardık. Bir an önce "büyük" olmak için sıkıştırırırdık kendimizi, şu "büyümüş" olmaktan başka bir şey olmayanlar hatrına belki de. Belki de elimden kaçan uçurtmaydı hatrı kalan. Ah, ben hiç uçurtma uçurmadım ki.


Katillerin iç yüzünü görmek kolay, fakat şu da var ki; ölümü, bu anlayamadığım şekilde huzurlu görünen ölümün tümünü, yaşamdan önce bile- Ölüm.
Tanrım, ne kadar da huzurlu bir kelime. Tüm harfler bir araya gelip şiirler meydana getirse hiçbiri anlamlandıramaz bu 4 harfi Ölüm. Tanrım!

Benim gibi ölü çocuklar!
Sesimi duyuyorsanız varmak istediğiniz yerden kart atın bana. Şöyle güvenilir bir gündüz işi olsun. Buralarda bunu bulmak çok zor. Alın ve götürün kendinizi bahçenin yakınlarına, keçeli kalemlerle karalayın, duvarları kapıları ve çıkmazları, gecenin ağırlığından fazlasını veremez hiçbir şey bana. Ama siz verin. Çıkmazları karalayarak verin. Ve tüm çıkmazlara mukayyet olun(!)

Ölü çocuklar.
Ölüm.
Ölü.

Ah, tanrım, ne de huzurlu-

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Morrison!



My wild love went ridin' 
She rode for an hour 
She stopped and she rested 
And then she rode on
Ride, c'mon!


The Severed Garden'dan sonra son 1 saattir bunu dinliyorum ve son kısmı bağırarak söylüyorum. Zaten bu şarkının adabıdır son kısmı bağıra bağıra söylemek.
Çok güzel lan. 4 adam geç böyle bir şarkı yap, enstrumansız tıngırdat. Anlayacağınız bugünü Lizard King günü ilan ettim. Yani, bugün her şeyi yapabilirim! Ben bu adamları dinledikçe çıldırıyorum bre!

Whiskey?
All together!
-My wild love went ri-

14 Mayıs 2012 Pazartesi

n'esi var?


Oldu tabii, onca yol aşıp da acabalara düşmüşlüklerim. Onca hayat dayatmalarının gerginliklerinden sonra en sevdiklerimi un ufak edip ateşlere atmışlıklarım. Oldu işte. Bilirim bilmesine; kendimi bu yalnızlık uçurumunlarına ayaklarıma taş bağlayıp atışımın alışkanlık olduğunu. Bu abuk özlemlerde put gibi kalışım hasarı oldu hatalı düşünce biçimlerimin işte. Eh, haliyle arkama bakmaktan korkar oldum, ne yazık ki, korkum da egemen oldu en zarif anlarıma.
Asla'ların kargaşasında dönüşler çaldı yıkımın kapısını gidip gelip. Bazı hataların telafisi yoktur, kandırmayalım şimdi bizleri. Bilerek doğmak lazım neticede.

Fakat bilincindeyiz. Bazı yerlerde hala insanlar kapısını maviye boyuyor ki kötülükler giremesin diye. Hatta bazıları ufacık bir ateşte bir kaç saat dans edebilmenin keyfini sürüyor. Değerini biliyor o güzel anların. He şimdi biriniz çıkıp da samimiyetin nesi var derseniz, n'si yok derim. Halbuki hani always samimiyet?

Ah, şu içsel yolculuklarımın buz gibi soğuk duraklarında özümle karşılaşmasam. Tüketiyor bu öz içimde ne kadar  optimist parça varsa, kaldıysa. Gelemiyorum işte sahtekarlığa, aptallığa ve korkaklığa.
Off, gün gelecek anlatmanın bir anlamı olmayacak. Susacak her şey. Aklımda onca takıntı, yanımda vanilya kokusu ile herhangi bir yerde sabahlayacağım. Sohbetlerin tüketen yıpratıcılığına katlanmayacağım, notalardan bile temizleyeceğim benliğimi. Gün gelecek bir bilinmezde tüketeceğim kendimi. Tırnaklarıma oje sürmeyeceğim. Yüz hatlarıma karışmış onca materyalin kırışıklıklarına şahit olmayacağım.

Söyleyin benim siyah tavşanlarım, ölümden de dar bir yol var mı? Var mı ışığa giden bir yol? Elim kolum bağlı beklemekteyim özgürlüğü. Bir manyaklık yapar da ilerlerse ayaklarım. Orası ayrı. Belki kurtulurum. Belki.

Şimdi bana yokoluşun bu seyrinde varlığın kapladığı bu dipsiz boşluğu anlamlandırabilmek gerek demeyin siyah tavşanlarım,  sonuçta bizler onca boşluğa bir anlam ekleyemeyenlerdeniz.
O değil de, çiçeklerim ben olmadan daha mutlular sanki. Hissediyorum.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Nerdesin?

  Yaklaşık 1 yıl sonra ilk defa sigarayı elime aldım. Bu katrandan siyah akşama dumanlar grilik katmalıydı yalnızca. Fakat bu onsuzluğun arasında kalmış saatler cephelere düşen daha az maviyle ve daha az soluk maviyle biraz daha akşama kayıyor; katrandan soluk. Anlayacağınız sigaraya bahane bulduğum bu grinin yerini soluk bir mavi alıyor. Adını koymaktan korktuğum onca şey duman bulutu olup küllüğe karışıyor.
  Nefes nefesi, yudum yudumu kovalarcasına içime doluyor. Öyle bir kovalamaca ki bu amfetaminle zehirlesem beynimi daha az yaşatmaz bu yoksunluğu. Olur da havada uçan cisimler görsem, adına benzetirim. Adı kadar işler ellerime. Ağlamak çare olsaydı boğazıma oturmuş bunca O'na, böyle yutkunmazdım. Bu kadar gözümü almazdı ışıklar. Şunu söylemeliyim ki, uzaktan uzağa nefes almak hiç bu kadar can yakmamıştı. Gece nasılsa sarhoşluğa çalıyor kendisini derken bir kaç notada akıp gidecekken korkularım zaman usulca iniveriyor yeryüzüne. Sönen bu ışık dalgası, yitmekle dolup taşan akşamdan yükselen melankoli, yüreğime işleyen ve yanında sisler getirmeyen bir bulut adeta. Usulca, tüm yorgunluğuyla iniyor gün yüzüme. Bu anlaşılmaz solgunluk soğuk toprağa usulca kendini bırakıyor. Yüreğimi uyuşturmayan bu sıkıntının tekdüze acı veren görünmez külüne dönüşerek usulca konuyor yere. Ah, zaman.

O bir yerlerde sarhoş oluyor..

  Yeni filizlenen bir aşka benzer bi' şeyle geçen bir kaç ay olsaydı yaşadığım, acının sesi daha tiz olurdu.  Ne kadar bastırmaya çalışsam da, duygu kalıbının doğurduğu duyumlar ileriye taşıdı meseleyi; kıskançlığın, acının, tahrikin başladığı yere. Ama çalıştım. Daha derine itmeye, daha alışmamaya, daha, daha.. Çünkü biliyordum heyecana açılan odalarda derinliğinden arınmış bir aşkın ne kadar hoş olduğunu. Hafif bir zevkle arzuların belli belirsiz harmanlanmış kokusuyla tanışacağımı. Ve böylelikle aşk trajedisinin özündeki yücelikten yoksun kalınacağını.. Bilinçliydi ona duyduğum sevgi. Bu yüzden onu kaybetmemeye bu kadar inandırdım kendimi. İlginç olduğu kadar sınanması can sıkıcı şeylerdir çünkü bunlar. Bilirsiniz, insan gerçek dünyaya özen gösterdikçe düş dünyasıyla ilgilenmez olur.
  Doğruyu söylemek gerekirse, altında başka şeylerin yattığına kendimi ikna etseydim bu trajediye seve seve katlanabilirdim. Yani aslında bütün meselenin benim ürkekliğimden, yaşamak konusundaki yeteneksizliğimden, bu tüketemediğim acıdan kaynaklandığını anlayamasın diye aklımın kulağının dibinde davul çalmakta olduğuna inanabilsem. Ah, bi' inanabilsem.

Ben bir yerlerde sarhoş oluyorum..

  Düşünüyorum da, erdemin haklı bir ödülü olsa elim telefona gitmezdi. Seni seninle bırakmayı istiyor değilim anlayacağın. Fakat aynı şeyi ben istesem kendinle direnir ama bana kendini hatırlatmazdın biliyorum. Huzur damlattığım yanının altında gizlenmiş bir fırtına olacağı düşüncesini itekleye itekleye sana sarılmam olacakları değiştirmedi ne yazık ki. Oysa varlığımızın üzerine dupduru, ılık bir ferahlık getirecekti; biz. Kandırmacalar hayal ettiğim gölün manzarasını kapatamadı. Aynı kışın, aynı soğuğuyduk aslında. Şimdi 1 gecede sanki farklı iklimler olmuşuz da üzerimizde farklı yerlerde patlayacak kavgaların ağırlığı oturmuş gibi.

Birileri bir yerlerde kayboluyor.
Birileri bir yerlerde kendisine karışıyor.
Nerdesin?

4 Mayıs 2012 Cuma

Başlığa İstanbul yazsam tümden gelirim sanırım

Nasıl başlayacağımı bilmiyorum açıkçası. Nereden kessem de kısaltsam yazıyı diye düşündükçe açılış cümlesi bulamadım. -Yazıyorum lan!-

İstanbul..
-böyle desem dokunaklı olur sanırım-

Uzun zamandır gitmek istediğim ama bir türlü gerçekleştiremediğim, buram buram anı kokan şehir-di. Bir gün Kongre vesilesiyle valizimi hazırladım. Sabahında -yalnızca valizi hazırladıktan 3 saat sonra- Ate ile buluşup biletleri almaya gittik, derken İstanbul. 4 günlüğüne gitmiştim, ablamlara gidince 8 güne çıktı.
Güzeldi. İlk Beşiktaş'ta buldum kendimi, sanki herkes Dilan, herkes Hazal, herkes Burak'tı. Zordu herhangi bir cafede yemek yemek. Yine de 4 yıl sonra ilk defa bende hiçbiri kalmamış/kalamamışken gitmiş olmanın dikliği vardı üzerimde. Unutmuştum onunla öpüştüğüm sokakları, sarhoş sarhoş ona ne kadar aşık olduğumu anlattığım sırtımızın sıvazlandığı yerleri. O duyguyu, şahidi boğazken hem de, "Sen Seviyorum" naralarını duyanlar iyi bilir. Boktandır. Alışılmıştır. Zamanın nankörlüğüne, merhemine uğramıştır. Biraz deşer, derin bir iç çektirir ve daha ilerisi için adım attırır. Ufak bir kalp kriziydi ilk adım. İlk Boğaz portresi; küçücük, ufacık bir kalp kriziydi. Burç'un "Geldim İstanbul" çığlıkları kendime gelmemi sağladı. Sonra da ölen kardeşleri ve ölen sevgiliyi hiç hatırlamadım.

Gelmiştik İstanbul. Kusana kadar içmek için, burada(İzmir'de) boğazımıza düğüm olmuş ne kadar sikik şey varsa hepsini yutmak için gelmiştik. "Yutkunduk da bolca."
Yol boyunca plan yaptım, Neyse ile buluşacaktım, Özgür ile buluşacaktım, ablamlara uğrayacaktım kızçeleri doyasıya öpecektim ve Atelerle bolca vakit geçirecektim. Hiçbirinden taviz veremezdim. Neyse ile dibine kadar içip edebiyat konuşacaktık saatlerce, bunu onun İzmir'e geleceği zaman için planlamıştık aslında, İstanbul'a kısmetmiş diyemesem de pek, onun koluna girip Beyoğlu'nda gezmek huzur olabilmişti benim için. Onun hakkında ve gezdiğimiz yerler hakkında yazabileceğim çok fazla şey var. Fakat yazmayacağım. Belki sonra, onun da iznini alarak.
Buram buram samimiyet kokmadan samimiyetine inandıran nadir insanlardan Neyse, can gibi, dost gibi. Buraya sadece onu çok sevdiğimi ve mütemadiyen özlediğimi yazmak istesem cümleyi taşıdığı anlamından oldukça taşırmış olurum.
Dip:  Büfedeki abilerin neden güldüğünü biliyordum piç. Sen gülerek "Abi gülmeyin" derken, sırtına vurup "Ya Neysee!" dememin sebebi oydu. Şapşal herif. Ağzını burnunu yerim. Etek de candır. Eheh.

Cansularda kaldık bir kaç gün Ate, Burç ve ben, evde bir de Tekila vardı Cansu'nun yavru kediciği. Ben kedileri pek sevmem, bilenler bilir. Ama bu kedi yanıbaşımda uyuduktan sonra sevdiğim ilk kedi oldu, belki eve bir kedi bile alabilirim. (Burç bu kısmı okusa duygulanıp ağlardı) Güzel vakit geçirdik. Hiçsizliği unutmuştum. Kendime geliyordum yavaş yavaş. 4. günde ablamların yanına geçtim. Dora ve Duru'yu saatlerce öptüm. Görmeyeli çok büyümüşlerdi. Dora -ikisi de henüz 2 yaşını doldurmadı- konuşmaya başlamıştı, Duru heceliyordu. Dora üstün zekasıyla ilk dakikada beni dumur etmişti. -Çocuk henüz 2 yaşında bile değil, sayıları ve renkleri biliyor- "Hadi teyje film izleyelim" "Hadi kardeş sen de gel" diyişlerini unutmayacağım. Onları şimdiden çok özledim. Teyzeleri popolarını yer onların. Bi'tanelerim benim. Hayat size bolca kahkaha attırsın. Tebessümle büyüyün.

Ablamlar her ne kadar beni bolca gezdirmek isteseler de Mesude teyze olmasaydı kızçelerden dolayı dışarı çıkamayacaktık. Onun düşünceli davranışları beni hep etkiledi. Yaşına göre oldukça çağdaş, ileri görüşlü biri. O hayatımda bir noktada davranışlarıyla hep hatırlanacak.-İçten bir teşekkürle- Abimlerle/Ablamlarla hayat daha çekilir oluyor. Bunca hiçlik kargaşasında;  kendimizi sevmekten alamadığımız bu hayatla, cazibesiyle bizi korkutan ölümün arasında sıkışmış 4 kişiydik biz Nevizade barlarında; Serhan, Mete abim, ablam ve ben. Öğleden başlamıştık içmeye. Akşamı tahmin edebiliyordum, kaliteli bir yerde salaş elbiselerimizle yemek yiyecek, Boğaz'a/Marmara Denizi'ne karşı şaraplarımızı yudumlayacak, gece ise zevkimize uygun müzik yapan herhangi bir yerde sadece Dora ile Duru'nun adlarını hatırlayacak kadar içecektik.
Öyle de oldu. Önce bir kaç yeri  gezdirdiler. Serhan'ın okuldan çıkmasını bekledik. Yırtık t-shitü deri ceketi ve rugan ayakkabılarıyla Serhan yine Serhandı. Hatta Ankara'ya nazaran daha da Serhan'dı. Ablam da öyle. Keza abim de. Onları daha mutlu görmenin inancıyla ayrıldım İstanbul'dan. Ablam gülümsüyordu. Adını "kronik depresyon" koyduğumuz o boktan şeyden kurtuluyordu.
Bilindik bir şeydir, etrafımızı saran her şeyin bir parçamız haline geldiği, İstanbul ile doluyordu ablam, insanlara karışabiliyordu artık, yakın bir arkadaşıyla içindeki kaosu paylaşabiliyordu, dışa dönüktü daha çok, ışıklıydı, çok seçenekliydi, yorgun değildi. Ablamdı işte. Güzeller güzeli ablam. Gülümsesin hep.
Sevgiyle, Özlem'le. Yanaklarından sömürürcesine öpüyorum. Bana dünyanın en tatlı ikizini veren biricik ablam.

İlk gün nöbetteydi, ameliyat varmış kaytaramadı da, aramızda kalsın da biraz yaramaz bir doktordur. Onun eksikliğinde Mete abimle saatlerce sohbet ettik. Uyuduğumuzda gece 4'tü. Muhtemelen "Morfoz" şeklinde daha önce yüzeysel bir şekilde bahsetmiştim ondan. Ayrı bir kafası vardır onun. Zeki insanların çilesi, doyumsuz olurlar bilirsiniz. Mütemadiyen huzursuzlardır. Yetinemezler pek. Bir de kendi boylarının farkındalarsa hayat pek de iç açıcı değildir onlar için. O da öyledir. Her konuşmamda kendime getirir beni, nefes aldığım yeri anlar, çözümü bilir ama daha çok benden duymayı seçer. Hayatımda tanıdığım "ben entelim" diye geçinen onca insanın tersine gerçekten "entelektüel" kavramını taşıyan bir kaç insandan biridir. Kitaplığı hazinedir benim için. Seyrek görüşebilsek de, benim genç zihnimi öğün öğün doyurur. O gece ağırlıklı olarak masonluk hakkında, baba olmak hakkında konuştuk onunla. İlluminati üyesi, yani mason olan 2 farklı kişinin fikir aktarımı sonucunda ona masonluğu teklif ettiğini ve bu adamların asıl düşünce yapılarını anlattı bana. Tüm toyluğumla hayranca dinledim onu, sorular sordum. O bana parkta çocuk nasıl sallanır diye anlatsa aynı toyluğumla ve aynı hayranlıkla dinlerdim herhalde.
Tüm sevgimle. Adını metefor koyduğumuz her şey adına diyorum ki; sırf dışımız değil içimizdeki mükemmellikte bozulmaya mahkum nasılsa; hep genç kalasın.
- Teyje olmanın verdiği olgunlukla yazıyorum. Eheh.

O gece abimle ablam evliliklerinin gidişatı hakkında derin bir sessizlikle birbirleriyle konuşurken Serhan ile ben ötekileştirilmek hakkında konuştuk bolca. Katıksız güneşi ve özgür enginleri sorguladık. Sonra ayaklarımızı uzatıp ufku deliler gibi arzuladığımızı hatırlattık birbirimize. Sonra aşağı bara indik. Canlı müzik yapan grup moladaydı. Biz dans ettik. Çığlık attık. Sahneye çıktık. İçtik içtik içtik. Dönüş yolunda ablamı abim, ya da abimi ablam taşıyordu. Serhan'ı da ben. -Ben sarhoş değildim, en az onlar kadar içmiş olsam da yavaş içtiğim için çarpmıyyor bu meret beni- Bakanlara "Biz sarhoşuuz" dedik. El salladık. Ve başımıza bir iş gelmeden taksiye bindik.
Serhan; olduğun kişiyle mutlu ol. Hem sen nasılsa "Avrupa görmüş insansın". Hiç! Sen yırtık t-shirtlerinle Polatlı sokaklarında yürüsen bile havandan geçilmez bebeğim. Hehe.
Şaka bir yana, kayıpların seni etkilememesine öyle sevindim ki. İyi ol. O göbeği açık gri t-shirtünü bir daha giymemen dileklerimle! Eheh.
-Bu İstanbul durağı hakkında bahsedebileceğim çok fazla şey var, fakat ben o günden bahsetmek istedim sadece-

Kısaca-uzunca böyleydi İstanbul. Ezilmiş umutsuzluk ve gelecek kokuyordu buram buram. Kendimi hatırlattı bana. Kayboluşumun farkına vardım. Sessizce toparladım tüm parçalarımı, kimsenin ruhu duymadı ama kendimdim en sonunda. İzmir'e gelir gelmez odamı değiştirdim. Odamın kapısına Morrison'ın o güzel yüzünü tüm renklerle taşıyan The Doors  posterini yeniden astım. Kısa saçımın uzun bıraktığım kısmını beyaza boyadım. Bir kaç pantolonumu yırttım. Tırnaklarıma "yeşi french" yaptım. Ertesi gün İzmir sokaklarında dans ettim. Tüm toplum normlarını yıkarcasına yeniden bendim.
Hani, "Evet"in içinde ne ararsan vardır ama en çok netlik taşır ya; öyleydim işte.