18 Kasım 2014 Salı

In vitro'da var'lık


Yağmur sularına karışmış düşler görmüşlüğüm var.
Mevsimler kaynatıp ıhlamur yapmışlığım da var.
Bir kaç adam sevmişliğim var.
Bir çok adamdan gitmişliğim var.
Sus çilesine sarılmışlığım var.
Kendimi unutmuşluğum var.
Şehrin dik yamaçlarından yitişlere ok gibi inişlerim var.
Düşünerek yarattığım yankılarım ve uçurumlarım var.
Derinleşerek kendimi çoğaltmışlığım var.
Çoğaldıkça kendimden eksilmişliğim var.
Yok olan dünkü hayatın canlı cesedi olmuşluğum var.
Vazgeçişlerle dolu bir manzarayı izlemiş ruhum var.
Anlamak için kendimi yok etmişliğim var.
Anlamak için sevmeyi unutmuşluğum da var.

Diyorum ki, elimde hiçbir şey var.
İster misin?

12 Kasım 2014 Çarşamba

Janus yeşili

Çat!
Düştükten hemen sonra yüzünden çıkan sesti.
Çat!
Çantasının rengi de böyleydi. Düşüşünü gören kalabalık da. Ambulansın sesi bile böyleydi: Çat!
Otobüs geldi sonra; 554.
Vücudu titriyor. Muhtemelen sara. Kalp krizi de böyle mi olur?
Sırtüstü yatırmayın soluk borusu tıkanır diyorum.
Kaldırımda ters dönmüş ayakkabının diğer teki ayağında.
Kahverengi.
Otobüse bindim. 554. Otobüs de kalabalık. Kafamın içi kadar. Baygın adamı gören cama yapışmış. Herkes üzgün. Herkes kafamın içi kadar üzgün. Karışıklıktan utanarak zevk alıyorlar.
Uludağ. İneceğim birazdan.
Melih'in yanından ayrılır ayrılmaz okumaya başladığım hikaye bitmek üzere. "Umut var" yazmış son sayfaya: "Biliyor kadın. Kadınlar bilir. Egeli olanlar daha iyi bilir."

"Umudun adı Nautilus. Unutma, sen yaptın onu. Mavi bir hayattan."
Hafiflemedi.
Akıllı olmadıkları için gittiler dedim kendi kendime.
Akıllı olsa gider miydi?
Hem savaşlar da bu yüzden çıkmış, Sema hoca yanılacak değil ya.

Deniz kıyısında yürüyordum, kitabın adından mütevellit. Yokuş çıkan bir araba kadar hızlı. Central dogma. Saniyelik. Herhalde çok düşündüm. Nasıl ağlamaya başladığımı hatırlamıyorum.

Bu bankta biraz soluklanayım.
Olmaz. Fatih abi bakkalı henüz kapatmamış. Görmesin. Biraz daha yürüyeyim, apartmanın köşesine otururum. Hem karşıda çöp konteynerleri de var. Transcripsion.

Haydii. Matematik çalıştırdığım küçük kız birinci kat balkonunda.
Erteleyelim. Bunu da. Translation.

Nerede kaldın diye sordu babam.
"İlk beyaz yalanlarını mavi uğruna söyleyecek kız"
-Uzadı laboratuvar. Asistan bırakmadı. Sonra hoca ona kızıyormuş.
dedim. Yalanı dersime giren hocamın satır aralarından almıştım az evvel. İhmal edilmiş bir sorumlulukla. Sema hocanın öykülerinin sevdiğim bir yanı var, her karakter isimsiz. Böylelikle bana da ait olabiliyor kaçışları, üzüntüleri ve yalanları.
Nefes nefese verdiğim bu cevap odamın kapısına kadar idare etti.

"Sevda mavidir. Her tonu aşktır mavinin. Cam göbeği değil can göbeği olur sevda, canın tam merkezi, mavi. Sevda can verdiğiniz bir bebeğin adı olur, mavi bir rüzgâr adı."
Bir yudum su.
Bir çocuk mu doğurmalı?
Bir kurtuluş. Dağınık bir yatak odası. Sokağa atılmış siyah çöp poşetleri. Vizeler? Gelecek sancıları. Gidişler, yitmeler, yitirişler ve nicesi.
Yosun yeşili cehennemler. Hadi canım!
Umudun samimiyetsiz gülüşleri.
Bölünen uykular.
Sonradan bakıp içeriz diye henüz çekilmemiş fotoğraf kareleri. Sevginin kör noktaları ki yumruk gibi düşen gecelere.
Gidişler sonra.
Gitmeler.
Geçememeler.


Botları çıkarmalıydım gelirken. Çıplak ayak yürüsem yıllarca anlatabileceğim bir hikayem olurdu hem. Ayağımın çıplaklığı dışında hiçbir gerçekliği olmazdı.
Hiçbir güzelliği de olmazdı. Öznesini yitirmiş belki de bir daha hiç bulamayacak bir nesne olarak, bir düş ülkesine yürüyebilirdim.
Fatih abi bakkalı kapatmış olurdu yahut.
Bankta oturabilirdim.
Mavi bir kedinin başını okşayabilirdim.
Mavi bir çiçeği koklayabilirdim.
Mavi bir sigara içebilirdim.
Durup dururken mavi seven bir adama onu ne kadar çok sevdiğimi söyleyebilirdim.
..
Asıl çıplak olan düşünceleri. Laboratuvar masası ikisinin sarıldığı. Sema hocanın kapı kilidi. Filiform papillalar. Malaşit yeşiliyle boyanamayan Pseudumonas.
MLST hatta.


Ne demişti Sema kadın:
"Onlar genç, âşık ve mavi."


Severler belki.
Ama gidecekler.
Savaşları da kendilerine kalacak. Yine.

17 Ekim 2014 Cuma

aktarma

Geçişin çiçekleri arsız açar her gece ismimin kuytusunda, görmezden gelirim de rahat bırakmaz yakamı. Ve ben  en çok geçişleri severim yine de. Karanlıktan aydınlığa, yalnızlıktan yalnızlığa, felsefeden edebiyata, edebiyattan halı sahaya..

Vazgeçişler, umutsuzluğa kapılmalar, bir nihilizm akıntısında sürüklenmeler, yine de boğulana kadar yüzmeler..
Hayat olağan devridaimini aksatmadan yapıyor. Peki sen neler yapıyorsun ?
Umutsuz aşklarda yoğrulup mükemmel aşık aramaya başlıyorsun. Ne zamandan beri ele çamur değmeden testiler yapılıyor söylesene bana ? Bileğe kuvvet diyip harika aşklar yaratabilirsin oysa. Zaman kaybetmeden bir şeyler inşa edebilirsin.
Basit hatalar ağır bedeller tahsil ediyor bizlere, kabul. Olsun, yanlış hesapların düşürdüğü omuzların ardından y görünmez mi palamut ağaçları, parkta yakalamaç oynayan çocuklar ? Görünür tabii, görünmez deme hemen. Düşün bi, o zaman bir başka güzel olmaz mı geçişler.
Dur hele, otur bir soluklan , al çayını eline, şeker de orada duruyor. Söyle şimdi, bahardan kışa/kıştan bahara, Leyla'dan Necla'ya/Ahmet'ten Mehmet'e, evden sokağa sokaktan bara, rakıdan biraya biradan şaraba, şaraptan yıllara.. geçsen, geçsem, geçsek ? Kavranmaz mı yalıtılmışlık o zaman. İkonoklastk bıdıbıdılar uyuşturmasın beyin hücrelerini. Şşş.. sessiz olursan birilerinin geçişte olacağını duyacaksın sen de.

Geçmiş'lerdeki kayboluşta bulunan avuntu, kayıp zaman'a yenilgidir yalnızca.
Hikaye anlatıyorsun Emilia deme. Olur, bal gibi de olur. Hangisi yeni ki yaşanmışlıkların ? Herhangi bir kıyıda bilmemiş miydik ? Öğrenmemiş miydik ? Tanımamış mıydık ? Eğer ki ezer geçersen, hiç olurlar! Öyleyse nedir bu şaşkınlık, umutsuzluk, vazgeçmişlik, kararsızlık, korku ??
Hadi ama, bir şeyler avuçluyor bizi, sürüklüyor tik taklarında. Biri kaçıyorsa biri mutlaka kovalıyor, zamana kayıp düşmeyelim, dizimiz kanar, canımız acır mazallah!

Ne diyordum, heh;
"Geç, dönme ama bil!"

9 Ekim 2014 Perşembe

Sor bakalım neredeyim

Boğazıma kadar boka batmışken bir umuda sarıldım Kafka'yı hiçe sayarak.
Bizim gibiler için de umut olmalıydı. Ayaklarım öyle nasır tutmuş ki gidememekten, tüm ihtimaller buzdan soğuk. 
Bir adamın koynunda uyudum da, bir sus payı bırakamadım anlayacağın. -Burada rengarenk bir ev var-
Bu sorguların hiç mi sonu yok? Kendime uzansam hayattan eksiliyorum. Hayata uzansam kalabalığa boyanıyorum; bunca yıl bıçak bileyip kaçtıktan sonra bu insan saçmasından üstelik.
Önce bir babanın saçlarımı okşamasını kaçırıyorum. Sonra hiçbir erkek bir baba olamıyor benim için ki, kimseyi tüm benliğimle sevemiyorum. Yaşama konusundaki beceriksizliğim masada meyve tabağı kalıyor bunun yanında. 
Son kıyametten sonra bile sevginin kellesini vurmuyorum ama. Düşün. O kadar gücüm var hala. Ellerim sıcak diyip, bir cehenneme daha gömülüyorum hep olduğu gibi.
Ne yapsam olmuyor anlayacağın. Sebep sonuçlarda yaşantıların rengi değişiyor hiç istemediğim sahnede. Bunca çığlığım yerine otursa da kötülüğe dair ne kadar üçleme varsa cadının süpürgesine binip bilinmeyen krallığa gidiyor. 
Wristcutters A Love Story'da Eugene (Shea Whigham)'nin arabasındaki o koltuğu hatırlar mısın? Altına ne kaçsa kaybolurdu, karanlık bir döngü görseliyle, alakasız bir sahne oluverirdi filmin içinde de beni hep aynı etkilerdi.
Bu dünyada ne kaldıysa sizin olsun. Ben koltuğun altına yanlışlıkla düşüp, sonsuza kadar yok olmak istiyorum. 
Özlem'e göre benim için hala umut var. Aslına bakarsan bazen ben de öyle hissediyorum; içten içe. Ben her bazen Özlem için de öyle hissediyorum.
Fakat her kurgudan sonra bedel ödeyenin kendi gözlerim olması tüm bazenleri kapı dışarı ediyor. Sessizliğim anlatmıyor, anlatamıyor. Bitkinlikten de ancak bu kadar çıkabiliyorum. Çabam takdire değmiyor da, ben, benim işte.
Duvarlarımın ardında vazgeçmekten başka bir yol da var belki. Anlatması zor. Kaçmak istiyorum en çok. Bazen kaçmaya bile fırsat vermeyecek kadar uzak kalıyorum hatta. Uzak kalamadığım noktalarda da bir şeyler anlatırlarken derin bir pesimist manzarada başka diyarlara yelken açıyorum. Alkolün bakıcılığına gerek kalmıyor çoğunda. Yitişin kollarına nasıl da yumuşak düşüyorum bi' görsen. 
Aslında genel bir portre istiyorum bu dünyadan anlıyor musun? Benim nerede olacağıma dair. Arayışıma dair bir portre istiyorum. 
Fırçayı verin Tanrı'ya.
Sürüklenmeye devam.



9 Eylül 2014 Salı

Önemsiz ağlatı

Gece sızıyor içeri. Geceyle birlikte sen ellerime dokunuyorsun. Umutsuzluktan bozma bir yatakta, uzanıyoruz tavanın içinden geçercesine. Biraz daha baksa tüm hayallere dokunacak iki beden, uzanmış, rigor mortis. Sanki. Sanıyoruz. Sancıdan geliyor farkındalık. Doğumdan. Ölümden. Tanıdık dağıtmalardan, dost sofralarından, erte'lerden ard'lardan ve yeniden'lerden.
Ne diyordum. Biraz daha baktık işte. Aynı gökyüzünde ayrı, aynı tavanda yan yanaydık. Dokunsak dağılacaktı. Uzandı eller. Ne de olsa sönmeye tutkun bi' ateş var içimizde. Tavan darmadağın, hayaller darmadağın, yeni doğmuş köpek yavruları darmadağın..
Ne yastığı ne çarşafı ne de bu kahrolası sensizliği düzeltebiliyorum. Kendime dönmek için gittiğim temmuz'lara selam vermeden kaçışlarım, senden ve sevgimden, hatta yaşatabildiğim tüm mavilerden. Yaz çocukları bilir. Eylül olmasan sen de bilirdin. Bunca gidişten sonra koşa koşa sana geliyor ruhum yine. Yolu yol değil ama, her şey sana geliyor. Plaklar, kitaplıklar, lav lambaları. Bana kalan hiçbir şey yok. Onca dağ tepe aşıp yanına koşuyorlar. Cadı kazanları kaynıyor. Ben kalıyorum yine kendimle. Bu kabusun biteceğini düşünsem de, bunun gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Kazana atıyorum kendimi, boynumdan başlıyorum yanmaya. Sonra bir yel esiyor haliyle "iyi değilim" cümlesi midemi bulandırsa da yalan söyleyecek gücü olmayan kırmızı papuçlu tavşanı oynuyorum. Bir duvar lazım, arkamı yaslayabileceğim aslında. Bir duvar lazım evet.
Yine sen haliyle. Kafanda onlarca Ben ile, Dante'nin tüylerinin kaldığı koltukta ayaklarını dikmişsin. Etrafından geçenler bir bir bıçak kenarı. Öpüp saramıyorum da. Oysa ne zaman bir buluta düşsem, aklıma sen gelirsin. Ne zaman sevdiğim bir tat dilime bulaşsa, aklıma gelirsin. Ne zaman kulaklarımda Pearl'ün sesini duysam, aklıma gelirsin, Ne zaman bir mevsim kaynatsam, aklıma gelirsin de uzanamam. Bu tarifsiz acının -ama herkesçe bilinen- verdiği tükeniş saçlarından başlıyor yıkamaya böyle anksiyete bozukluklarımda.

Zamanı var diye bekliyorum sevgilim. Kanayan ruhundan biliyorum her şeyi. Her sabah aynı düş ve her akşam aynı düşüşle bekliyorum; plazmaların gerilmediği, kaldırımların yumuşacık olduğu o zamanı. Umut sancısı. Bir fare gibi kemiriyor beynimi. 
Bunca anlatı boşa. Siktir et bir bok da tarif edemedim zaten. 
Sadece bil, bahçedeki çimler sen olmadan daha mutlu değiller.
Daha mutlu değil varlığım. Daha mutlu değil yaptığım yemekler, yıkadığım çarşaflar. Daha mutlu değil giymeye kıyamadığımdan idama giden uyku tişörtlerin ve çocuklarım.
Bil işte.
Bil ve tut artık kolumdan.
Bir yolunu buluruz.
Siktirolup gideriz mesela.

Ya da boş ver.
-Ne kahveye süt, ne yerleşik bir düzen ne beyaz üzerine mavi ne de lacivert..
İki ok sadece. Ayrı yönlere giden.
Havayı delip geçen.